Tarihin gelmiş geçmiş en etkili insanı, ‘Âlemlerin kendi hatırı için yaratıldığı’ Hz. Muhammed (sav)’in ümmeti olma şerefini taşıyoruz. Peki bu büyük nimetin farkında mıyız? O’na dair bildiklerimizin yanında, bilmediklerimiz acaba kaç sayfa tutar? Çok sevdiğimiz peygamberimizin (sav) ahlakını biraz daha yakından tanımaya ne dersiniz?
Efendimiz (sav) kendini insanlardan farklı bir konumda görmemiştir. Liderliğini baskı unsuru yapmamış, daima cemaatiyle empati içinde olmuştur.
Bedir savaşında sahabeden bazıları O’nun yerine nöbet tutup, Efendimize (sav) biraz dinlenmesini tavsiye ettiklerinde, onlara şöyle buyurmuştur: “Ne siz benden daha güçlüsünüz ne de ben, sizin aldığınız sevaptan müstağniyim.”
Efendimiz (sav) insanları geçmişlerinden dolayı ne ayıplamış ne de suçlamıştır. Kendisine dönüp gelenleri daima kucaklamış, onları tam anlamıyla affederek yüreklerinde eziklik duymalarına izin vermemiştir.
Ebû Cehil’in oğlu İkrime’nin hanımı Ümmü Hakîm, Mekke’nin fethi sırasında Müslüman oldu. Bu arada kocası İkrime korkusundan Yemen’e kaçmıştı. Onu affedip Müslümanlığa kabul etmesi hususunda Hz. Peygamber’den söz aldı. Ardından eşi İkrime’yi bulup Müslüman olması için Resulullah’ın (sav) huzuruna getirdi. Hz. Peygamber onu güler yüzle, “Hoş geldin süvari yolcu!” diyerek karşıladı. Öte yandan çevresindeki sahabelere de, “İkrime aranıza katılıyor, onu gördüğünüzde babası Ebû Cehil’e sövüp hakaret etmeyin, çünkü ölüye yapılan hakaret, hayatta olanı incitir” buyurdu.
Onun bu tavrı elbette karşılıksız kalmadı. İkrime (ra) daha sonra çok samimi bir Müslüman oldu. Hz. Ebu Bekir devrinde Yemen’deki mürtedleri temizleme görevi kendisine verildi. Yermük’te şehit olana kadar İslam’a hizmet etti. Acaba Efendimiz (sav) onu ilk geldiğinde kabul etmeyip, cezalandırsa, İkrime (ra) sahabe olma şerefine erebilir miydi?
Efendimiz (sav) birlikte yaşadığı insanlara, yakınlarına, ailesine hiçbir zaman ağırlık vermemiş, asla etrafındakilere bir stres kaynağı olmamıştır. O (sav) daima huzur saçan, yanında bulunanları rahat hissettiren birisi idi.
Özellikle ev içi hallerinde bu hususiyeti çok barizdir. Küçüklüğünden itibaren, bir kez olsun ‘Acıktım, yemek getirin’ dememiştir. ‘Yiyecek bir şey var mı?’ der, getirilirse yer, yoksa sorun etmez; ‘Ben de oruca niyetleneyim’ derdi. Yemekte kusur bulmaz, yemek seçmezdi. Yiyecekte aradığı başlıca özellik, helal ve temiz oluşu, vücuda yarayışlı olup olmayışıdır.
Peygamberimiz’in (as), hiçbir yemeğe karşı aşırı düşkünlüğü olmadığı gibi, “canı çekme” diye bir halleri de görülmemiştir. “İnsanın, canının çektiği her şeyi yemeye kalkışması israftan sayılır.” (Hadis-i Şerif)
Özellikle misafir oldukları sırada, kendilerine takdim edilen yemeklerden dolayı, ev sahibinin gönlünü hoş tutar ve ikram edilen yemekleri son derece sevdiklerini ifade ederdi.
Resulullah (sav) daima sevgiyi esas almıştır. ‘Muhabbet benim binitimdir’ buyurarak, sevginin insana hız kazandırdığını ifade etmiştir.
‘İnsanları sevmek ve sevdiğini hissettirmek aklın yarısıdır’ buyurmuş, bunu bizzat kendi hayatında örneklemişti. Ashabına öyle candan davranırdı ki, her biri ‘Galiba Peygamberimiz (sav) arkadaşları içinde en çok beni seviyor’ diye düşünürdü.
O’nun (sav) bu güzel ahlakı, adeta bir sevgi çağlayanı gibi etrafını muhabbete kandırması elbette karşılıksız kalmadı. Kainatın en mümtaz insanına yakınlık şerefine eren sahabeler, O’nun etrafında pervane olmuşlardı.
Efendimiz’in sayıları on bir civarında gönüllü hizmetlileri vardı. Enes b. Malik ve Abdullah b. Mesud (ra) gibi sahabeler, bunların ileri gelenlerindendi. Abdullah b. Mesud (ra), Hz. Peygamber’in “pabuç”larını, “misvak”larını ve “yastık”ını taşır; onları hazır bulundururdu. Efendimiz ayağa kalktıklarında, hemen pabuçlarını getirip eliyle giydirir; oturacakları zaman da çıkarır ve onları kucaklarında tutardı.
Enes b. Malik (ra) de, Efendimiz’in subaşısıydı. “Su kadehi”ni itina ile taşır, bakımını yapar ve Efendimiz’in içeceklerini hazırlardı.
O (sav) pahalı giymemiş, şaşaalı evlerde oturmamış, hayatı boyunca lüksün yanından geçmemiştir. ‘Benim ümmetim lükse kaçmaz’ buyurarak, bizlere de daima israf yerine infakı tavsiye etmiştir. İstese saraylarda yaşar, debdebe ile hayatını geçirebilirdi. Ama O (sav) kalitenin dışta değil, özde olduğunu bizzat yaşayarak göstermiştir.
Kullandığı eşyalardan yalnızca su kabına bakmamız bile bu konuda yeterli bir örnektir. Hz. Peygamber’in, su dahil bütün meşrubatı içtiği tek su bardağı vardı. Bu kadeh, Hicaz bölgesinde bulunan ve kap imalatında kullanılan ılgın ağacına benzer “nudar” adı verilen bir ağaçtan yapılmıştı. Kadeh, bir ara kenarından çatlayıp yarılmış; “gümüş çerçeve” ile pervazlanarak yine kullanılmıştır. Genişliği derinliğinden daha fazla olan bu kadehin, duvara asmak için bir de demir halkası vardı.
O (sav) sahabelerini çok yakından tanımış, onların bir bakışından hallerini anlayacak kadar kendilerine ünsiyet kurmuştur. Efendimizin (sav) arkadaşlarıyla bu denli yakınlık kurması, bizim için; fethin topraklarda değil, önce kalplerde başladığını gösteren en önemli referans noktasıdır.
Bir defasında Ebu Hureyre hazretleri açlıktan bitkin vaziyette herkesin gelip geçtiği bir yere oturur. Oradan geçen Hz. Ebû Bekir’e Kur’ân’dan bir âyet sorar. Amacı Ebû Bekir’in, açlığını fark ederek kendisini doyurmasıdır. Ancak Ebû Bekir durumu anlayamaz. Hz. Ömer geçer. Ona da aynı amaçla Kur’ân’dan bir âyet sorar. Ancak o da asıl maksadı çözemez, cevabı verir ve geçer. Derken Rasûlullah gelir. Onu görünce gülümser. Kalbinden geçeni ve yüz ifadelerini fark ederek, “Ey Ebû Hureyre beni takip et” der. Sadece Rasûlullah (sav) Ebû Hureyre’yi anlamıştır.
Efendimiz (sav)in hayatına baktığımızda, dengenin hakim olduğu görülmektedir. O hiçbir zaman aşırı uçlarda olmamış, ifrat-tefrit çizgilerini zorlamamıştır. ‘İnsanlar bir tarağın dişleri gibidir’ hadisiyle bu tavrını özetlemiştir. Nasıl ki tarağın bir dişi öne çıksa, başımızı acıtır, taramak mümkün olmazsa, öne çıkıp sivrilmek de hayat boyu hem bizin, hem etrafımızdakilerin canını yakar.
O (sav) mükemmel bir nezaket insanıydı. Kimsenin sözünü kesmezdi. Konuşmasını yarıda bırakmazdı. Konuştuğu kişi sözünü bitirmedikçe yahut gitmek üzere ayağa kalkmadıkça sohbete devam ederdi. Bir şey soranı can kulağıyla dinlerdi. Bir kimse tokalaşmak için elini uzattığında, o kişi elini çekmeden Resulullah (sav) elini çekmezdi.
Biriyle yüz yüze gelince de karşısındaki yüzünü çevirip ayrılmadıkça, ondan yüzünü çevirmezdi.
Önüne oturan kimseye hiçbir zaman ayaklarını uzatmazdı. Karşılaştığı kimseye önce kendisi selâm verirdi. Ashabıyla tokalaşmaya önce kendisi başlardı.
Kendisini ziyarete gelenlere ikramda bulunur, oturmaları için çok kere hırkasını sererdi. Bazen de altındaki minderi misafire verir, kendisi açık yere otururdu.
Namaz kılarken birisi gelip oturursa, namazı uzatmaz, hemen bitirip onun ne istediğini sorardı. İhtiyacını gördükten sonra tekrar namazına devam ederdi.
Medineli bir çocuk gelir, Resulullah’ın (sav) elinden tutar, istediği yere götürürdü. Resulullah (sav) ‘gitmem’ demezdi.
Hz. Enes anlatır: Resul-i Ekrem’e (sav) on sene hizmet ettim. Bir defa olsun yaptığım bir iş için ‘Niçin yaptın?’ yapmadığım bir iş için ‘Niçin yapmadın?’ dediğini hatırlamıyorum. Vallâhi, bana ‘Öf’ bile demedi.
Hiçbir zaman kötü söz söylemedi, fiske vurmadı, yüzünü asmadı. Yapmakta geciktiğim veya yapmadığım bir emrinden dolayı beni azarlamadığı gibi, ailesinden azarlayan olursa, onlara da, ‘Ona dokunmayın. Bu işi yapması takdir edilmiş olsaydı yapardı’ buyururdu.
Efendimiz (sav) hem Tâhir-Temiz, hem de Mutahhir-Temizleyici’dir. Sadece kendi salih olmakla yetinmemiş, yaşadığı ahlak zirvesine ümmetini yükseltmek için daima Muslih-Islah edip, düzelten olmuştur. Ümmetin her birine değer vermiş, ferd ferd düzelme yolunu göstermiştir. O asla, toplumun bir kısmını diğerine feda etmemiş, kimseyi bir başkası için harcayıp, üzmemiştir.
“Üç kişinin bulunduğu bir ortamda, iki kişi üçüncüden ayrı olarak kendi aralarında fısıldaşmasın, bu, üçüncüyü üzer’ hadisi bize bu hassasiyeti gösterir. Rasûlullah (sav), böyle şüphe uyandıran, üzücü bir görüntü vermeyi, gruplaşarak ‘ötekileştirme’yi engellemek istemiştir.
Yine ‘Sofra kurulduğu zaman, kaldırılıncaya kadar kimse kalkmasın. Kişi doysa bile, elini herkes yemeği bitirinceye kadar sofradan çekmesin. Çünkü aralarında utanan kimse bulunur da doymadığı halde yemekten kalkar’ hadisi, cemiyet içi zerafeti öğreten ince bir tavsiyedir. Doyan, ancak başkası (başkaları) yemeğe devam ettiği için sofradan kalkmayan kimse, sofrada bulunması sebebiyle, en azından beden dili olarak yemeğe devam ediyor mesajı verir. Yemeye devam edenler bu sayede başkalarının gözlerine hedef olmaktan korunacak, böyle bir zehaba kapılmayacaklardır.
O’nu anlatmaya on madde değil, milyonlar, milyarlarca madde yazılsa yine yetersiz kalır. Hz. Mevlâna ne güzel demiş; ‘Ya Muhammed (sav), seni övebilmek için semavat genişliğince bir ağzım olsun isterdim.’
Binlerce selâtü selam, her türlü tahiyyatü ikrâm, O’na, âline ve ashabına olsun.
*
Eslem Caner
ilim_23@hotmail.com
www.hepsi10numara.com
Bir önceki yazımız olan Mevlana'dan 10 Güzel Söz başlıklı makalemizde mevlana ne söylemiş, mevlana ve kişisel gelişim ve mevlanadan güzel sözler hakkında bilgiler verilmektedir.
o’nu çok seviyorum:)
Kurban olurummm O’na (s.a.v).
büyük lider büyük insan,
mevlid kandilinizi kutluyorum