Breaking News

Sıradışı Türk Yazarlarından 10 Alıntı

Dünya edebiyatının iyi yazarlarını ne kadar tanıyorsunuz? Belki de daha onlarla tanışmadınız. O zaman sizin için bu büyük yazarların kitaplarından aykırı metinleri paylaşıyoruz. Eminiz ki siz de okuyunca, bu yazarları daha yakından tanımak ve kitaplarını okumak için can atacaksınız.

Her yazar, her kitap güzeldir. Ama bazı yazarlar ve bazı kitaplar daha da güzeldir.

İşte Türk edebiyatından sıradışı, aykırı ve  sarsıcı yazarlarından 10 alıntı:

tezer-özlü

Tezer Özlü, Çocukluğun Soğuk Geceleri

Yaşam, şimdi ancak kavranılması ve anlaşılması gereken; oysa yaşanması, gerçeğine inilmesi ilerideki yıllara atılan bir yabancı öge gibi önümüze getirilmiş. Coğrafya derslerine getirilen yerküre gibi. Kimse yaşadığımız mevsimin, günlerin ve gecelerin yaşamın kendisi olduğundan söz etmiyor. Her an belirtilen bir öğretiyle, bizler hep hazırlanıyoruz..

Neye? İşte şimdi o ilerilere itilen, gelecekteki yaşamın içindeyim..Caddelere çıkmak, doymak bilmediğim sokaklara bakmak istiyorum . Kısacık anlarda çeşitli olayları, insan varoluşunun özünü, zaman ve duyguları sınırsızlık içinde derinliğine düşünen insanlar çok mu? Bir an, zamanları, olayları, duyguları, dağları, kalın gövdeli, büyük dallı ağaçları, yeşil mavi Akdeniz’i, uzantısındaki okyanusları, okyanuslarla ufuklarda birleşen yıldızlı gökyüzünü ve dağların ardında yükselen güneşi aşan olaylarla dolu..


Roman, Ada Yayınları

oguz-atay

Oğuz Atay – Tutunamayanlar

Kitapçıların ve çiçekçilerin bazı özellikleri olmalıdır Olric. Gelişigüzel insanlar bu mesleklerin içine girmemeli. Kitaplar ve çiçekler özel itina isteyen varlıklardır. Ne yazık, bu meslekler de artık olur olmaz kimselerin elinde, sattıklarıyla ilgileri olmayan kişilerin. Durmadan kitaplara ve çiçeklere eziyet ederler, onlara nasıl davranılacağını bilmezler. Bana kalırsa, bir “kitapları koruma derneği” kurmalı ve kitaplara kötü muamele edilmesini önlemeli. Herkes bu işi yapamaz. Bazı zalim insanlar, binbir itinayla hazırlanan o çiçek gibi kitapları alırlar, hiçbir koruyucu tabakaya sarmadan, evet olduğu gibi, üst üstte koyarlar; sonra kalın ve çirkin bir iple bağlarlar. Zavallı kitapların, özellikle en üstte ve altta kalanları, bu işlem sırasında kurban edilirler: kapaklarının üstünde haç biçimi yaralar meydana gelir. Kaba taşıyıcılar da onları oradan oraya fırlatırlar. Lekeler ve buruşukluklar kitapları incitir. Kapaklar, dizgiler, baskılar için gösterilen bunca itinaya yazık olmaz mı?

Satıcılar da gelişigüzel dizerler onları: isimlerini bile öğrenmeden. Onlar için en iyi kitap, en çok satılan kitaptır. Müşterinin ne biçim bir insan olduğuna bakmadan, yalnız en çok satılan kitabı överler onlara. Bu adamları bir imtihandan geçirerek yeterlik belgesi verilmeli Olric. Herkes kitap satmamalı. Cahil kitapçıların, iyi okuyucuları rahatsız etmelerine izin verilmemeli artık. İyi okuyucu az bulunan, ürkek bir kuş gibidir. Kapıdan girer girmez kaçırmamalı onları. Bir zamanlar Selim, Balkanların ve Ortadoğu´nun en hassa okuyucusu olmakla övünürdü. Bu çeşit okuyucular daha kapıdan içeri girer girmez sonsuz bir hürriyet havası duymalıdırlar. Kitapları serbestçe koklayarak başıboş dolaşabilmelidir. Oysa bu cahil kitapçılar hemen yanına yaklaşır, tüyler ürpertici kitap adları sayarlar. Kendi akıllarınca müşteriye yararlı olmak isterler. Ne gibi bir kitap istediğinizi sorarlar size: polisiye bir şey mi olsun, yoksa bir aşk romanı mı? Bazı kitapları insanın burnuna sokarak, bunların çok tutulduğunu, herkesin satın aldığını söyleyerek baskı yaparlar. Oysa bu okuyucular, kaçmak için küçük bir bahaneye bakarlar: uçup giderler hemen. Bu az bulunur kuşların çekingenliğini hep yanlış yorumlarlar aptal kitapçılar. İşte, derler, ne istediğini bilmeyen bir müşteri daha. “Aşkın Günahları”nı sattım gitti. Olmazsa, “Gece Kokan Cinayet”i yuttururum. Bu “iyi” kitapları uzatmakla, zavallılara nasıl hakaret ettiklerini bilmezler. İnsan bazı kitapçıları kapıda görünce, onların bekleyişinden korkar da içeri adımını atmaz.

Roman, İletişim Yayınları, Sayfa: 576/ 577

murat-mentes

Murat Menteş, Korkma Ben Varım 

Düşüncelerim küller gibi uçuşuyordu. Yeni açılmış bir lokantada devekuşu bifteği yedim. Kadıköy’ün gedikli sahafı Sakallı Lütfü’nün dükkanına uğradım, ayaküstü çay içtik. Roman bahsinde, Lütfü Seymen şaşırtıcı bir şey söyledi: “Ben, belli şartlarda bir insanı öldürebileceğimi biliyorum. Ne olursa olsun kimsenin canına kıyamam, diyemem yani. O yüzden, çileden çıkan, artık burasına gelen ve kesin çözüme başvuran kimselerin anlatıldığı romanlar  beni çekiyor. Ölümden beter bir olayı durdurmak için öldürüyorsun. Herkes katil olabilir. Katherine Blum’un Çiğnenen Onuru’nu yeniden okudum dün.”

Kırk lirayı ateşleyip Ferruh Arsunar’ın Köroğlu adlı kitabını satın aldım. “Hayırlı işler Lütfi agabey.” Başıyla selam verirken sakalı silkeleniyor: “Sağol canım.” Geciken bir adamın homurdanan seyircilerini andıran kalabalığa karışıyorum. Evimi soyanlar, işyerimi yakanlar, arabayla bana çarpıp kaçanlar ve diğerlerinin arasındayım. İçimde bir kabir azabı provasıdır gidiyor. İnsanın kellesini pişiren bir temmuz ikindisi; şeytan bile bu sıcağa dayanamaz.

(…) Avarelik, büyük bir konsantrasyon gerektiriyor. Teknolojik uygarlık, emniyeti dışlıyor. Her birimiz, suikasta layık olmadığımızı ispatlama gayretindeyiz. Yabana atılmak da istemiyoruz. Sıradanlığın garantilerinin peşindeyiz. Mezbahaya giden yolda güdülürken bize gösterilen iyi muameleye fitiz. Bayağılık ile dostluk arasındaki zıtlığın hakkını veremiyoruz. İzimizi süren cellat ile cankurtaranın yarışında, cellat üzerine bahse giriyoruz. Başkalarının felaketinde eğlence, kendi mahvımızda avuntu buluyoruz. Varlığımız, metropolde güncellenen dehşete bir katkı payı anlamına geliyor. Korkunun tüm o klişelerini, terörün sürprizleri örtbas ediyor. Aşırılıklar, dengesizliğimizi kamufle ediyor. Mezarına geri dönmek için “can atan” fakat yolunu kaybetmiş zombileriz. Kaosun dalkavuklarıyız.

Bildiğim bir şey varsa, şom ağızlılık daima itibar görmüştür.

Akşam güneşine makyaj yapan suratsız binaların arasında, derisi yüzülmüş bir maymun gerginliğiyle turluyorum. Çaresizliğin promosyonu olan bir dirayetsizlik ve endişeyle dopdoluyum. Süslü püslü bir dükkanın vitrinini kaplayan dev oyuncak pandayla göz göze geliyoruz; mutsuz görünüyor: uykusuz gözlerimle ben de onun yavrusuna benziyorum. Ilık ve yumuşak porselenden yapılmış genç kızlarda, şehvet hezeyanları çınlıyor. Maaşı ancak yoksulluğunu sürdürmeye yeten üçüncü lig bekarları, kravatlarını gevşetmiş. Dişinden tırnağından artırıp dişçiye giden, manikür yaptıran plaza amazonları umutsuz bir kibirle yalpalıyorlar. Emekli memurlar rüşvet ve iltimasla dolu yılların lağım şelalesinden tamtakır bir cehalet referansıyla buz gibi bir hüzne terfi etmişler. Altın dişleriyle demir leblebi yiyen sentetik kabadayılar, cinayet pozları veriyor.

Kalabalık, intikam alamadığı için suça yönelen ilkel bir yaratık. Muğlak bir töhmet altında kalmak pahasına, şu karmaşık dünyada basit bir yaşama tarzı. Reklamlarla fişteklenen yığınların tek bildiği, örümcek ile sinek arasında pazarlık olamayacağı. Kitleleri etkileyen her söz yalan.

Peki ya ben? Bu alçak tavanlı şehirde, kazasız belasız ne kadar yükseğe sıçrayabilirim? Denize tohum atsam, baltaya nakış işlesem, cehennemde yelpaze satsam. Kişisel bahtsızlığımızı da kapsayacak majör felaketlerin arafesinde, gündelik hayatın kronik monotonluğu her nasılsa nihayete ermiyor. Kredi kartı faizi, işsizlik ve yoksulluğa bağlı intiharların tırmanışı, erdemli şiddete duyulan hasreti ifade etmekten başka bir işe yaramıyor. Modern medeniyetin çarkları neşeli bestelerle terennüm edilen tehditler, uzmanlarca onaylanmış hurafeler ve muhkem bir taviz prosedürü sayesinde dönüyor.

Her yıl, yaklaşık 22 bin ila 27 bin kuş, savaş uçaklarıyla çarpışıyor. Bilimum hava kuvvetleri toplamda 700-800 milyon dolarlık zarara uğruyor, mamafih kuşlar da infilak ediyor.  f-16 motorlarında fır dönen kuş gözleri, ön camlara yapışmış kanlı tüy yumakları, ses duvarına saplanıp çatlayan gagalar. Vietnamlılar, işgalci Amerikan ordusunun alçakta seyreden F-111 gözetleme uçaklarını, toplarla canlı tavuk fırlatarak düşürürlermiş. Bugünse teyyarelerin güvenlik testlerinde ölü tavuklar kullanılıyor. Yukarı bakıyorum. Boş: Kuşlar göğü terk etmiş. Onlar da bizim gibi canlarını kurtarabilmek için kafeslere sığınmış olmalılar.

Cebimdeki son kuruşlarla taksiye bindim. Para suyunu çekince lüks ve konfor karşısında savunmasızlaşıyorum. Taksimetre, avucumdaki paranın miktarını yazınca, namüsait bir yerde indim. Şoföre bahşiş niyetine sırıttım. Zorla denize sürüklenen bir kara kaplumbağası gibi gönülsüzce evime yürüdüm. Tozlu bir minibüsün arka camına “Beni yıka” yazmak için mola verdim. Bu düpedüz bir intihar notudur. Ölünün arkasından yazılmış eciş bücüş bir cümle bozuntusu: “Beni yıka.” Apartman merdiveninin basamaklarını saydım: Otuzdokuz. Evime girip pencereden kendimi atmak bana iyi gelecekti. Anahtarı deliğe sokmak üzereydim ki kapı açılıverdi: Babam.

[Müntekim Gıcırbey] İletişim Yayınları, Roman, 3.Baskı, İstanbul 2010, sf.160-162

emrah-serbes

Emrah Serbes, Son Hafriyat

“Ya da hiç beklemediği bir anda, O’nun bir apartman tepesine çıkıp kendini boşluğa bırakması gibi bir şey. Betonda kan izi, çevrede meraklı kalabalık. Ve hâlâ nefes almak, ay sonunu düşünmek, rakıyı bırakıp biraya yüklenmek, elin arada bir 14′lüye gitmesi, eski bir aşkın izini sürmek, konuşma isteksizliği, sağır olma isteği, damarlarda dolaşan yedi kilo kan, iki kilometre sinir; yaşamak aşağı yukarı böyle bir şeydi herhalde.”

Roman, İletişim Yayınları,  sf. 111, İstanbul 2008

sabahattin-ali

Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna

Sonradan, bu eve geldikçe, bu çocukların hepsiyle ahbap oldum. Hiç de fena insanlar da değillerdi. Yalnız boş, bomboş mahluklardı. Yaptıkları münasebetsizlikler hep buradan geliyordu. İçlerinin esneyen boşluğu karşısında ancak başka başka insanları istihfaf ve tahkir etmek, onlara gülmek suretiyle kendilerini tatmin edebiliyorlar, şahsiyetlerinin farkına varıyorlardı. Konuşmalarına da dikkat ederdim. İktisat Vekaleti’nin en küçük iki memuru olan Vedat’la Cihan’ın daire arkadaşlarını, Raif efendinin büyük kızı Necla’nın da mektep arkadaşlarını çekiştirmekten, kendilerinde de aynen mevcut olan birtakim giyiniş ve hareket garabetlerini yalnız başkalarında görüp alaya alarak fıkır fıkır gülmekten başkaca işleri yoktu. sf. 29

İnsanlar birbirlerini ne kadar iyi anlıyorlardı. Bir de ben bu halimle kalkıp başka bir insanın kafasının içini tahlil etmek, onun düz veya karmaşık ruhunu görmek istiyordum. Dünyanın en basit, en zavallı hatta en ahmak adamı bile, insani hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir. Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz? Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçtığımız halde ilk rastgeldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatlığıyla öteye geçiveriyoruz? sf. 38

Bir kadının bize her şeyini verdiğini zannettiğimiz anda onun hakikatte bize hiçbir şey vermiş olmadığını görmek, bize en yakın olduğunu sandığımız sırada bizden, bütün mesafelerin ötesindeymiş kadar uzak bulunduğunu kabule mecbur olmak acı bir şey.sf. 125

Yapı Kredi Yayınları (15.Baskı-Eylül 2004, İstanbul) Roman

cengiz-aymatov

Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi

Seydahmet ot biçme işinde pek geride kalıyordu. Önceki gün dede bile kendini tutamamış, onu azarlamıştı: Geçen kış acıdım sana. Aslında sana değil hayvanlarına acıdım. Onun için kendi otumdan birazını sana verdim. Yine bana güveniyorsan bari şimdiden söyle de senin otları da biçivereyim! demişti. Bu sözler ona dokunmuş olacak, sabahtan beri durmadan tırpan sallıyordu.

Arkasında birinin koşup gelmekte olduğunu ayak seslerinden anlayan Seydahmet dönüp baktı, gömleğinin yeniyle alnındaki terleri sildi ve:

-Ne istiyorsun? dedi. Beni mi çağırıyorlar?

-Hayır. Bak, bir çantam var benim. Dedem aldı, okula gideceğim.

-Yaa, bunun için mi koşa koşa geldin buraya? Bir kahkaha altıktan sonra devam etti konuşmaya: Mümin dede böyledir zaten (böyle derken parmağını şakağının üzerinde döndürdü). Sen de onun yolunda gideceksin galiba. Ver de bir bakalım şu çantaya!

Çantayı aldı, kilidini açıp kapadı, evirip çevirip baktı. Sonra yine çocuğa uzatarak alaylı alaylı başını salladı:

-Peki, hangi okula gideceksin bakalım? Neredeymiş okulun?

-Hangi okula olacak? Fermadaki (çiftlikteki) okula elbet.

-Celesay’a mı gideceksin yani? dedi şaşırarak Seydahmet.. Dağın ötesinde, en az beş kilometrelik bir yoldan gidilir mi oraya?

-Olsun, dedem atla götürüp getireceğini söyledi.

-Her gün götürüp getirecek ha! Delirmiş senin ihtiyar.

Seninle beraber o da okula başlasa iyi eder. Aynı sıraya oturursunuz, dersler biter bitmez de dönersiniz…

Seydahmet katıla katıla gülüyordu. Mümin’in torunuyla aynı sırada oturması düşüncesi pek komik gelmişti ona.

Çocuk suratını asıp sustu.

-Darılma, dedi Seydahmet, ben gülmek için öyle konuştum. Seydahmet böyle derken çocuğun burnuna acıtmadan bir fiske vurdu ve kasketinin siperini alnına indirdi. Çocuğun başındaki kasket, dedesinin resmi korucu kasketiydi.

Ama Mümin utandığı için onu giymiyordu. Ne olacak yani, amir-memur muyum ben? Şu Kırgız kalpağımı hiçbir şeye değişmem derdi. Yazın Nuh Nebi den kalma bir ak-kalpak (eskiden öyleymiş) geçirirdi başına. Bu sözde ak kalpağın kenarlarındaki siyah saten şeridi iyice solmuştu. Kışta ise koyun derisinden yine Nuh Nebi’den kalma takkesini giyerdi. Yeşil ormancı kasketini torununa vermişti, o giyiyordu.

Seydahmet’in dedesini aşağılaması çok ağırına gitmişti çocuğun. Başındaki kasketi düzeltti. Seydahmet ona bir fiske daha vurmak isteyince hemen geri çekildi ve öfkeyle çıkıştı:

-Çek elini!

-Vay canına! Huysuzun tekiymişsin meğer! dedi gülerek. Hadi hadi, kızmana gerek yok. Çantan çok güzel. (Böyle derken omuzunu sıvazladı). Ama şimdi uç bakalım, benim daha çok işim var… Bundan sonra elini tükrükleyerek tırpana yapıştı.

Çocuk geldiği patikadan yine koşarak ve aynı taşların yanından geçerek evin yolunu tuttu. Ama taşlarla gevezelik edecek vakti yine yoktu. Şimdi çantasıydı önemli olan. Kendi kendisiyle konuşmayı severdi. Ama şimdi bir çantası vardı ve onunla konuşuyordu:

Ona inanma sen, dedem hiç de onun söylediği gibi değil. Hiçbir kötülük, hiçbir kurnazlık düşünmez o, bu yüzden alay ediyorlar onunla. Hiç kurnaz değildir. İkimizi de okula götürecek. Sen daha okulun nerede olduğunu bilmiyorsun değil mi? Çok uzak değil, sana gösteririm. Karavul dağından dürbünle bakarız. Hem sana beyaz gemimi de göstereceğim. Ama önce dama uğrayalım. Dürbünümü orada bir yere sakladım. Buzağıya da bakmam gerek. Her defasında kaçıp Ak Gemi’yi seyrederim. Buzağımız da iyice büyüdü ha! Kuvvetli bir dana oldu. İpini çektiği zaman tutmak çok zor oluyor. İneğin bütün sütünü emmeyi adet edindi. İnek onun anasıdır ve sütünü hiç esirgemiyor ondan. Anlıyorsun değil mi? Anneler hiçbir şeyi esirgemez. Bunu Gülcemal söyledi. Onun da bir kızı var… Az sonra ineği sağacaklar. Sonra buzağıyı çayıra götüreceğim. O zaman tepeye çıkar ve oradan beyaz gemiyi görürüz. Biliyor musun, ben dürbünle de konuşurum. Şimdi üç kişi olduk: Ben, sen ve dürbün…

 

Ötüken Neşriyat, Roman

cahit-zarifoglu

Cahit Zarifoğlu, Yaşamak

İstanbul 1965

Şimdi açım. Açlığa ve yürümeye dayanıyorum. Günahtır belki söylemesi ama açlıktan tat almaya veya ona aldırmamaya başladım. Bu arada artık yürümek lazım. İstanbul büyüktür. İnsanın yatağı ile iş yeri ya da okulu arasında bir iki otobüs ve bazen vapur da vardır. Suadiye’de oturuyorum. Burası benim için bir gün, içimdeki bütün ölüleri gömüp gideceğim bir mezarlık. Ama bu gece onbire doğru Beyazıt’taki Marmara kıraathanesinden çıktım. O kadar beklediğim halde Mehmet Genç de Sezai Ağabey de Rasim de Şuayb da Abdurrahim de gelmediler. Garson Hulusi efendiye “çay kalsın, birazdan yemeğe gideceğim” dedim. Ama işte üç saattir bir türlü yemeğe gidemiyorum. Sırtım dönük olduğu halde bütün gürültülerin içinden iki kanatlı kahvehane kapısının o yağlı ve ılık açılışını duyuyorum ve bizimkilerden birinin o yavaş patırtısız ve entellektüel gelişini hisseder gibi oluyorum.

Hulusi efendinin ocak tarafına yönelmesini beklemeden, onun, aşağı yukarı hepimizin etinin içini, iskeletinin şemasını görür gibi, sakin, içerden bakışı altında dışarı çıktım. Sonradan bir önceki vapura doğru. Karaköy’e kadar yürüyeceğim. Vapur için öğrenci pasom var. Kadıköy’den Suadiye’ye kadar dört kilometreyi ya yürüyeceğim ya da yürümeyeceğim. Otobüs yirmibeş kuruş. Benim bu gece on kuruşum var. Şimdi kim olduğumu anlıyorum, elimde net delillerim var, zihinsel bütün imkanlarımla, duyularımın bütün imkanlarıyla şimdi bu onbeş kuruşun peşindeyim. Bu kadar küçük ve net bir hedefe hayatın bütün amacıymış gibi yönelmem ben’i basit hatlarla şekillendiriyor. Bütün hatıralarım ve aşklarım kıymetten düştü. Gittikçe büyüyen o absürtle kolkola girmiş birbirimize yaslanarak yürüyoruz. İnadına; yalvarışlarım, peşpeşe koşuşlarım, israflarım, dil döküşlerim, yenişlerim bastırıyor. Oysa şimdi başlıyor gibi bir şey, Çemberlitaş’a doğru yürüyorum. İnsanlar, karanlıktan aniden çıkıp havlayan köpeğin karşısında kalakalan çehrede kanın çekilişi gibi çekilmişler. Ah İstanbul benimsin. Sokaklarını üleşir gibi basan insanlar yok.

Ve işte bir kere daha, Çemberlitaş’ı geçince Piyer Loti caddesine doğru, asfaltla kaldırım taşlarının birleştiği tozlu ve çöplerin birikintiler yaptığı noktada, gözlerimi yerden bir an bile kaldırmadan yürüyorum. O bakır beş kuruşluklardan bulmaya çalışıyorum. Sultanahmet otobüs durağına kadardır bu iş. Ondan sonra nedense bulunmaz. Ve işte bir beşlik. On adım, yüz adım daha ve işte iki beşlik daha, hemen hemen yan yana. Döndüm tamamlayınca. Cağaloğlu yokuşundan inmeye başladım. Gülhane’den bu saatlerde geçmeye korkarım. Derken Sirkeci. Son trenlerin kalabalığı, hep geç kalmış erkekler. Bu alandan bu saatlerde hep rüzgar çıkacakmış ve birbirimize karışacakmışız gibi geçtim ve bir kere daha geçtim. Köprüde bir velinin eli çağırmış ve tutmuş gibi dağılır bu. Vapur ışıklarını yakmış bekliyor. Turnikeler evlerin bahçe kapıları gibidir. Beklemedeki kitapçılar kapanmıştır. Kitaplar üzerine çekilmiş kapaklar soğuk. Kısa boylu tıknaz satıcısı, tezgahının etrafında bir yağ bidonuna sürünüyormuş gibi sürüklediği o birkaç adımlık yerden ve tüm gün süren duygusuz alış verişinden sonra şimdi karısının koynunda sabahlamaya çalışıyordur.

Vapur ev gibi alır, sarıp sarmalar, sıcak bir köşesine çeker ve bütün geçmişin o güne has bir hülasasını içime çörekler.

Karşıma yaşlı bir sarhoş oturdu. Beni bir yerden tanıyormuş gibi kestirmeye çalışarak baktı baktı, oturduğu yerden yalpalayarak eğildi: “arkadaşım” dedi, “şimdi sen bana tam beş lira vereceksin, eksik olursa, anladın mı gücenirim.” Yol boyunca ısrar etti. Vapur yanaşırken kalktı, sıraların arasına yürürken bir yandan da pörsümüş koluyla beni göstererek bağırmaya başladı: “Yuh be, adam olacak, şuna bakın, o kadar dil döktük, mecbur muyduk.” Sıraların arasında sallanarak ayakta durdu. Sıkı sıkı yumduğu avcunu açarak bozuk paralarını göstererek, “işte hepsi diyorum ulan, ulanlar, beş lira daha lazım,” (beni gösterdi) “şuna bakın, adam olacak be, adam ne demek, ne demek adam, para hepimizin parası değil mi, hükümet hepimizin hükümeti değil mi, şarabımızı, rakımızı hükümet yapmıyor mu, şarapçı hükümetim benim sevgilim”, (beni gösterdi) “anlayışsız vapurcu seni para; para! Hepimizin parası, para ortak mal, sen kimin parasını benden saklıyorsun, paranın kimi sende, kimi onda, para hepimizin. Ben paramızı, beş liramızı istedim, yuf be.” Birden sakinleşip yan sıradaki birinin yanında oturuverdi. Hafif fısıltıyla, “haydi abi” dedi, “sen ver şu milletin beş lirasını bana, tamamla şu mereti.”

Vapurdan, gecenin sessizliği içinde bir yalak akıntısı gibi çıktık. Dört numaralı Kadıköy-Bostancı otobüsüne seçilip yöneldi bir kısım, biletçi önden itibaren gelmeye başlıyor, bakır bozuklukları biraz sıkılarak uzattım. Yol boyunca bileti parmaklarımın arasında yuvarladım, buruşturdum, açtım, okudum, tekrar katladım, Bağdat caddesinden sahile doğru inen Akın sokakta iki yanlı evlerin bahçelerindeki bütün köpekleri havlatarak inerken farkına varmadan elimden düşürdüm.

Oda: Şimdi başka bir hülasası geçmişimin.

Oda ve sen

Dayanabilirsen

Bize ağır gelen kendimizdir. Yolda, okulda, işte, başkaları ile birlikte taşıdığımız kendimiz.

Odun sobasının yanındaki küçük sehpanın üzerinde unutulmuş küçük bir elmayı ağır ağır yedikten sonra, yataktaki bir kokuyu araya araya uyudum.

Günlük, Beyan Yayınları, Sayfa: 65/ 68

Yusuf_atilgan

Yusuf Atılgan, Aylak Adam

Dışarda çiğnenmemiş kar, üstüne bastıkça gıcırdıyordu. Kitapçının köşesinden tenha caddeye dönerken içinde bir boşluk vardı. Saatine baktı: ona geliyordu. ”Nereye gideceğim? Keşke polis kuşkulanıp karakola götürseydi beni. Değişik bir gece olurdu. Belki onu da bulup getirirlerdi. Birlikte çıkardık. Sonra, sıkıntı. O bitti. Haşet’te kitap arayacağım. Niye koşuyorsun? Davete geç mi kaldınız? Her zaman geç kalanlar bulunur. Hindi dolması daha bitmemiştir. Bu gece insanların hindi yemesi gerekir. Bulamayanlar üzülür. Yılbaşı hindisi…ooo! Eğlenmek de zorunludur bu gece. Sinemalar, tiyatrolar, barlar doludur. Evlerde toplantılar vardır.  “Neydi o yılbaşı donattığımız masa. Şu Mehmet bey ne şakacı adam. Kırdı geçirdi bizi.. Ama karısı.. Sorma kardeş.” Küçük kumarlarımız vardır. On kuruşluk tombalalar. Şimdi kim bilir kaç evde, kim bilir kaç kadının ‘aman ayol, bu ne kötü şans böyle’ sözüne karşılık kim bilir kaç erkek  “üzülmeyin; kumarda kaybeden aşkta kazanır” diyordur. Kim bilir kaç erkek de acele edip bu sözü ondan önce söyleyemediler diye onu kıskanıyordur. Biliyorum sizi. Küçük sürtünmelerle yetinirsiniz. Büyüklerinden korkarsınız. Akşamları elinizde paketlerle dönersiniz. Sizi bekleyenler vardır. Rahatsınız. Hem ne kolay rahatlıyorsunuz. İçinizde boşluklar yok. Neden ben de sizin gibi olamıyorum? Bir ben miyim düşünen? Bir ben miyim yalnız?” yanından geçen kadına döndü:
– Merhaba, dedi.
Der demez pişman oldu. Kadın durmuş ona bakıyordu. Sol elini cebinden çıkarıp kulağını kaşıdı. Kadın,
– Sizi tanımıyorum, dedi.
Buna verilecek karşılık belliydi:  “Öyleyse tanışalım” deyip kadının koluna girmesi, “Ne soğuk. Sıcak bir yere girip bir şeyler içsek.” demesi gerekiyordu. Kolaylıklardı bunlar. Kadın bunları bekliyordu ondan. Oysa;
– Ben de, dedi.

Yapı Kredi Yayınları, Roman

bilge-karasu

Bilge Karasu, Lağımlaranası Ya da Beyoğlu

Bir ağırlıktan, bir yükten, bir yüklenmeden önceki insanlar gibiyim. Sırtım ağnmıyor. Başım ağrımıyor. Yatmadan önce ilaç aldım. Ağrı kesildi epey oldu. Bir tek yük var üzerimde, gözkapaklarıma yığılmış dümdüz tahtaların -yumurta tabutu, portakal sandığı tahtası gibi tahtalar geliyor yumulu gözlerimin önüne- ağırlığı. Sanki bu tahtalar üstüste yığılıyor. Canımı sıkmıyor bu ağırlık. Bu tahtalar gözlerimden içeriye doğru uzuyor şimdi. Aklım da bu yükün altında kalıyor. Gene de canım sıkılmıyor. Tahtaların kat kat üstüste yığılı olması yüzünden bu ağırlık beni tedirgin etmiyor, anlıyorum. Sanki, istesem, bu ağırlığı azaltabileceğim; tahtaların en üstünden birkaç katını alıp atabileceğim. Ama istemiyorum. Uykudan başka bir şey değil bu tahtalar, kat kat, üstüste yığılan uyku… Aklım uykunun altında sıkışıyor. Tahtaların rengi değişiyor yavaş yavaş. Portakal sandığının, yumurta tabutunun tahtası, gevrek, san, tatsız tahtası değilmiş bu uyku, yanılmışım. Koyu renkli, sobe, dalgalı, güzel damarlı tahtalar. Ceviz tahtası gibi. Bizim eski evimizdeki, elbise dolabının, yeni evimizdeki eski radyo dolabının tahtaları gibi. Cevizli bir uyku…

Sokak yoktu gerçekte. Evler de pek yoktu. Yalnız köşeler meydana getirir gibi duran uzun, upuzun yapılar vardı. Bir dizi sütunun arasını birleştiren bir sıra kemerin üzerinde duran bir sıra pencereden meydana gelmiş bir ikinci katı olan yapılar. Bomboştu bunlar. Ortalıkta kimsecikler görünmüyordu. Yapılar belki bomboş değildi ama bir vızıltı bile duyulmuyordu. Hayvan da yoktu, kuş da, böcek de yoktu ortalıkta. Hem yürüyordum, hem yerimde sayıyordum sanki. İlerlediğimi sanıyordum ama yapılar da benimle birlikte ilerliyordu. Aynı köşebaşında duruyor gibiydim. Sonra bir şey daha anladım. Bitki de yoktu burada. Ağaç yok, yeşillik, fundalık yok, çalı, çırpı, diken, sap, tohum yoktu. Akdeniz güneşleri yanıyordu tepemde. Yerler güzel yontulmuş, ayrıtları biribirine iyice bitiştirilmiş taşlarla döşeliydi. Toz yoktu havada, yerde toprak yoktu. Temiz değildi yerler. Kirli olmağı bilemeyeceği için temiz değildi. Sonra birden yapılar durdu, ben ilerledim. Bitkileri hiçbir zaman sevmedim; daha doğrusu, bitkilere bağlanmadım hiç. Yürüyen, ses çıkaran, isteyen, veren, vermeyen varlıklarla yaşadım: Kedilerle. Yalnız hayvanları aradım. Ama şimdi bitkileri de arıyordum sanki. Yeşilliği değil, yapraklığı bile değil; sapın eğrili yahut köşeli şartlı özgürlüğünü… Birden bir ağaç heykeli görürüm diye umutlandım. Yol olmadığı için, yol kıyısında değil ama ortalık bir yerde bir heykel aradım: Bir fanusun altına kapatılmış bir balmumu ağaççık… Taşlar vardı yalnız. Solda, o zamana değin bakmadığım bir yerde de bir sütun duruyordu; kırılmış, kırık yeri dümdüz, cilalı gibi duran bir eski çağ sütunu. Üzerinde bir  şey aradım. Ne aradığımı bilmiyordum ama bir şey bulacağımı sanıyordum. Hiçbir şey yoktu, yerde kımıldayan bir gölge yoktu. Ne kuş gölgesi, ne dal ve bulut gölgesi. Yapıların bile gölgesi yoktu. Sonrasız bir öğle vakti içinde gölgeler-kendi gölgemden anlıyordum- dibe düşüyordu.

Metis Yayınları, Deneme, sf. 94

ihsan_oktay_anar

İhsan Oktay Anar – Efrâsiyâb Hikayeleri

Cezzar Dede karanlık sokaklarda Ölüm’ün peşi sıra yürürken, o saatte yataklarında hiçbir şeyden habersiz mışıl mışıl uyuyan torunlarını düşündü. Kim bilir, belki de hepsi rüyalarında Efrâsiyâb’ın hazinesini görüyordu. İhtiyarın aklına, sabah kendisini bulamadıklarında çocukların ne kadar üzülecekleri geldi. Hayattan çok, onlardan ayrılmak zor gibiydi. Adam bunları düşünürken, önü sıra giden Ölüm, sanki onun kafasından geçenleri okumuş gibi dönüp baktı. Bir şey söylemeye hazırlandığı belliydi. Nitekim çok geçmeden, o soğuk ve kararlı sesiyle, “Oyunda benim eşim olduğun için sana borcum var,” dedi, “Ayrıca, onlara verdiğim şansı sana da tanımak isterim.”

İhtiyar, bu sözlere fazla itibar etmemiş görünüyordu. Belki de kendisini Ölüm’le rekabet edebilecek biri olarak düşünmekte zorlanmaktaydı. Bu yüzden ona, “Senin oyuna düşkün olduğunu biliyorum,” dedi, “Ama ben, bugüne kadar kazanmak için oynamadım hiç. Oyunun bana verdiği zevkle yetindim.”

İletişim Yayınları – sf.16

(İsimleri seçmeme yardımcı olan Adem Özbay‘a teşekkürler..)

 

*

Hazırlayan: Selim Yolalan

selimyolalan@gmail.com

www.hepsi10numara.com

Bir önceki yazımız olan Sıradışı Yazarlardan 10 Alıntı başlıklı makalemizde dünya edebiyatından örnekler, iyi yazarlardan alıntılar ve sıkı kitaplar hakkında bilgiler verilmektedir.

Share

2 thoughts on “Sıradışı Türk Yazarlarından 10 Alıntı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir