Dedem derdi ki: “Ormanda yürürken önüne bakarak yürü. Aman farkında olmadan yirmi beş yıl sonra kocaman bir ağaç fidanın üzerine basıp ziri-zebun yani ziyan etme.” derdi.
Bu sözle ne anlatılmak isteniyor?
Hani bir söz vardır: “Bilerek yaşayanlar gerçekten yaşayanlar” diye. “Birde üç tip insan vardır. Bilineceği bilenler, bilineceği bilmeyenler ve bilineceği bildiğini zannedenler.” diye. Görüldüğü gibi, burada en tehlikeli olanlar, “Bileneceği bildiğini zannedenlerdir.” Neden en tehlikeli? Çünkü burada önyargı vardır. Önyargı ise, insanın kendi kendini yani aklını sınırlamasıdır. Ve işte bu yüzden olmalı “Kendini bilmek gibi erdem olmaz “denilmiş. Evet, gerçekten kendini bilmek, bilgeliğin başıdır.
Sahiden kendini bilmek ne demek?
İnsansoyu ne yaparsa kendini bilmiş olur?
Bütün bu soruların yanıtı, eğitim denen bilimde saklıdır.
Evet, eğitim denen bilimde saklıdır.
O zaman eğitim nedir?
Eğitim, her şeyden önce, her bir bireyin bu dünyada saçlarının telinden, ayak tırnak uçlarına, gözbebeklerinden, parmak uçlarına kadar biricik olduğunu bilip hiç kimselere özenmeden sadece kendi özgün ve özgür kişiliğini bulup anlamasını sağlamaktır. Bir diğer söyleyişle, her bir bireye kendi özgün kişiliğini fark etmesi için yol göstermesidir. Şöyle de diyebiliriz. Hiç kimse hiç kimsenin yerine yemek yiyemediği, su içemediği, uyuyup dinlenemediği gibi, hiç kimse de hiç kimsenin yerine duyup düşünemez. Öyleyse her birey ne yapıp edip kendi olmak zorundadır. Unutulmasın ki bir başkasına öykünen asla öykündüğü kişi gibi olamaz.
İnsanın kendi olmakta bir tek şansı vardır. Oda kendi özgün kişiliğini arayıp bulmasıdır. Bu yeryüzünde hiç bir canlı bir diğer canlının aynısı değildir. Mesela, botanikcilere göre, hiç bir yaprak bir diğer yaprağın aynısı değildir. Tıpkı her kar tanesinin bir diğer kar tanesinin aynısı olmayışı gibi. Şu halde her birey bu alemde biricikliğini bilip ona göre yaşamalı. Yani her birey ben olmalı, sen olmalı, o olmalı ve sonunda biz olmalı. Aynen aynı ezgiler için titreşen ayrı ayrı ama yan yana olan kemanın telleri gibi. Hiç bir ağaç diğer bir ağacın gölgesinde gereği gibi boy verip yetişemez. Her bir zorluğa katlanan ağaçlar güçlü ağaçlardır.
Hani derler ya: “dayanma, yaslanma ki ayakta kalasın.” Ona buna dayanıp yaslanarak ayakta kalanlar, sadece sarmaşıklardır. Sarmaşıklar ise, sarıldıkları ağaçları ya kuruturlar ya da güdük bırakırlar. En küçük bir fırtınada ya da karda-kışta yer ile yeksan olurlar.
Şimdi böyle bir ön girişten sonra asıl konumuzun açıklamasına geçebiliriz.
ANNE BABA
Bu dünyada iyi ve güzel bir çocuk için her şeyden önce, iyi ve güzel bir anne babaya gereksinim vardır. Her anlamda, ne yapıp ettiğini bilen sağlıklı bir anne babanın çocuğu da sağlıklı olur. Çünkü artık bütün bir bilimsel verilere göre kötü alışkanlıkları olan bir anne babanın kanında bulunan her bir şey doğacak çocuğa da sirayet etmektedir.
Çünkü çocuklar anne babanın genlerinin, hücrelerinin, spermlerinin, kromozomlarının, vs. bir bileşkesidir. Bu olgu sadece biyolojik anlamda değil, aynı zamanda psikolojik anlamda da bu böyledir. Çocuk, daha anne rahmine düşmeden önce, anne babanın her türlü sağlık sorunlarını çözmüş olmalıdırlar. Sözgelimi stresle başa çıkmayı, dengeli yaşamayı, bilimsel anlamda beslenmeyi, vs. halledip ona göre yola çıkmalı.
Özellikle evlenecek olan anne baba aday adayları birbirlerini sevip öyle evlenmeliler.
Bir başka deyişle içlerinde aşk ateşini yakıp öyle yola çıkmalılar. Çünkü aşk evliklerindeki sperm ve yumurtalar, daha enerjik, daha ateşli, daha seri, daha sağlıklı olmaktadırlar. İşte bu yüzden de bu tür evliklerden meydana gelen çocuklar daha bir zihinsel ve fiziksel güzelliklerde olmaktadırlar.
Tabii ki hayata doğan her bebek hep aşk içre olan anne babanın beyninin yaydığı aşk dalgalarıyla büyüyeceğinden dolayı da daha bir mutlu, daha bir sağlıklı bir ortamda hayata boy verip gelişecektir.
BİLGELİK
Her kim ne ekerse onu biçer.
Çocuklar yaşamın tohumlarıdırlar.
Anne baba ise bu tohumların tarlalarıdırlar.
Tabii ki bunun tersi de doğrudur.
Tıpkı göz ve ışık gibi…
Biri olmadan ötekinin olmayışı gibi…
Bu dünyanın en özel ve en güzel canlısının hayata gelmesine vesile olan anne babalar yaşamla ilgili bilinmesi gerekli olan her bir şeyi bilmek zorundadırlar. Bir başka deyişle, her anne baba, sevgiyi, özgürlüğü, kendi olmayı, emeği, adaleti, vs. bilinmesi gerektiği gibi bilmek zorundadır. Öyle “Doğurdum çayıra varsın mevlam kayıra.” mantığıyla daha doğrusu mantıksızlığıyla bu kutlu yola çıkılmaz ki.
Çünkü bir çocuğun dünyaya gelişi çok muhteşem, çok görklü bir olaydır. Çocuk deyip geçmeyelim. Çocuklar, henüz anne rahmindeyken içerde ve dışarda olup bitenleri öğrenmeye başlıyorlar. Evet, bilmek, bilgece bilmek çok ama çok önemlidir. Onun için “Her insan bildiklerinin toplamıdır.” denilmiş. Yani kim ne kadar biliyorsa o kadardır. Bir adam “Ben bir hiçim diyorsa onun hiç olmaktan başka şansı olmadığı gibi.” O başlı başına bir hiçtir. Ki bu saptamayı mütevazılığinden bile söylemiş olsa da o bir hiçtir. Çünkü bu adamın kendiyle olan yargısı budur. Her bir kişi bilinecekleri bilinmesi gerektiği gibi bilmek zorundadır.
Yoksa bu tür kişiler, iflah olmaz bir riyakârdır. Öyleyse, kendiyle barışık olmayan bir anne baba adayının bu dünyanın en güzel canlısını da edinme hak ve selayetine de layık değildirler. Böyle anne baba adayları ya hiç evlenmemeliler ya da kısırlaştırılarak evlenmeliler. Sonuç olarak, yaşamı bilgece bilmeyenler, bilgece de yaşayamazlar. Önemli olan çocukların niceliği değil, niteliğidir.
EKONOMİ
Aslında bütün bir insanlığın kavgasının temelinde ekonomik işleyim yatar. Biz insanlar hemen her bir şeye bir bedel ödeyerek sahip oluruz. Hava, su, yakıt, ekmek, barınak ve bilgi… Her canlı kendi ortamında boy verip büyür. Salt sefalete doğan bir çocuğun hem bedensel hem de tinsel gelişimi ketlenmiş olur. Bizim bu söylediklerimizin elbette istisnaları olabilir. Bilim adamları yaptıkları araştırmalara göre binde dört farklılık gözlemlemişlerdir. Bodruma doğup büyüyen bir çocukla, bahçeli bir eve doğup büyüyen bir çocuk elbette
aynı olmayacaktır. Öyleyse her anne baba ekonomik gücü oranında çocuk edinip yarınlara duracaktır. Yaşadığı zamanı doğru ve sağlıklı okuyup anlayamayanlar hem kendilerini, hem de canlarından bir can olan varlıklarını bir ömür boyu acıların denizlerinde debeleyip dururlar. Ana fikir: Elbette ekonomiyle saadet olmaz, ama ekonomik imkânlar da yeteri ve gereği gibi olmadan da saadet hiç olmaz.
EĞİTİM
Bu dünyada birbirinin eşi, ne iki görüş, ne iki saç teli, ne de iki tohum vardır. İnsanlar sadece eğitim yoluyla bu tür bireysel farklılıkları edinirler. Bir başka deyişle, hoşgörmeyi, bağışlamayı ve bunlardan yeni, yepyeni bileşimler elde etmeyi, yaşamın, yaşamanın tadını çıkarıp bu edimlerle yaşamın gizini çözerler.
Yaşamdan daha çok keyif almanın biricik yolu, yaşamı, enine, boyuna ve derinliğine anlamakla doğru orantılıdır. Şu halde eğitimin biricik amacı, zihinsel kalıpları kırmayı, bilerek düşünmeyi, yaratıcılığı
ve de hayata daha bir esnek, daha bir geniş açıdan bakmayı öğrenmektir.
Öyleyse, anne babalar avuçlarına doğan çocuklarından, ne beklediklerini, ne bekleyeceklerini çok iyi bilip ona göre hareket etmelidirler. Anne babaların çocuklardan yüksek başarı beklentileri, hataları düzeltmek için aşağılayıcı yargılar, hırpalamalar, işte, (haylaz, tembel, sorumsuz, dağınık, pısırık,.) vs, gibi olumsuz
sıfatlar çocukların kendine olan özgüvenlerini dumura uğratıp kişiliğinde giderilmesi çok güç yaralara neden olabilir. Yaşamın biricik amacı her zaman kendine yeten, kendiyle barışık, yaşadıklarından memnun ve mutlu insanlar yetiştirmeye vesile olmaktır. Aynı zamanda bu yaşanan güzelliklerin de çevresiyle dostça paylaşılmasını başarmaktır. Demek ki anne babanın görevi sadece çocuklarına
iyi bir eğitim vermek değil, bununla birlikte yaşam sevincini de aşılamaktır.
Psikoloji tarihinde dönüm noktası olan araştırmacılardan biri olan Rosenthal ve arkadaşlarının yaptığı şu meşhur çalışmayı hatırlayalım.
Bir grup psikolog çeşitli ilkokullarda ders yılı başında sınıflarda zekâ testi yaparlar. Bir süre sonra öğretmene, her sınıfta dört öğrencinin üstün zekâlı olduğunu, ancak bunu söz konusu çocuklara aktarmamalarını söylerler.
Oysa gerçekte öğretmenlere isimleri bildirilen çocuklar üstün zekâlı olmayıp sadece isimleri kurayla saptanmış olanlardır.
Ders yılı sonunda bu çocukların başarılarının yükseldiği görülmüştür.
Bu araştırma büyük yankılar yapmış ve Rosenthal buna “Kendini doğrulayan kehanet” adını vermiştir. Bu önemli araştırmadan çıkarılması gereken en önemli sonuç, “Çocuklara ne söylenirse, öyle olma ihtimali, artırılmış olmasıdır.”.
Sözgelimi, çocuklara, ” tembel, savruk, haylaz, dağınık, sorumsuz, sarsak, sakar, yaramaz. ” gibi sıfatlarla yaklaşıldığında, gerçekte de “tanımlandığı” gibi olma ihtimali aynı oranda artmaktadır.
Kısaca çocuklara ne denirse o olma ihtimali kolaylaşmış olmakta.
O zaman akla şöyle de bir çözüm gelebilir.
Çocuklara iyi sıfatlarla yaklaşılırsa iyi olma ihtimali artmış mı olur? Hani halk arasında şöyle bir deyiş vardır. “Paşa dersek paşa olur mu?” Sahiden olur mu? Maalesef gerçek bu kadar da basit değildir. Neden? Neden olacak? Çocuklara olumsuz bir sıfatla yaklaşıldığında her zaman ortada bir neden vardır.
Bu nedenle çocuğun zihninde olumsuz “benlik imajını” pekişmiş olmakta. Ancak ortada her hangi bir neden yokken de bu böyle olmaz. Yani olumlu benlik imajını pekiştirmek olası değildir. Bu konuda temel ilke, söz konusu çocuğu değil, onun davranışlarını esas alıp övmektir. Yani eğitimde genel olarak, yeni bir davranışın kazandırılması, yanlışların görülüp düzeltilmesi değil, esas olan “doğruların fark ettirilmesidir.”
Bir başka ifadeyle, eğitimde esas olan, “yanlışların tespiti ” olmayıp doğruların yakalanmasıdır.
ÖDÜL
Ödül, her hangi bir işin başarılması için verilen haz, keyif verici bir madde (para, hediye, yiyecek, şu, bu.) gibi. Ödül denen şey her zaman bir ölçü üzere olmalıdır. Ki böyle olmazsa zamanla çocuklarda bağımlılık yapıp çocuklar sadece ödül almak için istenilen davranışta bulunurlar.
Sürekli ödülle bir edimde bulunan çocuklar zaman içinde, basit, çıkarcı yani maddeperest kişilikler olup çıkarlar. Yani her yapıp ettikleri işin sonunda bir şeyler umup ona ayarlı yaşarlar. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, ödülle beraber anne babanın çocuğun davranışını açık bir dille taktir edip ne kadar beğendiğini belirtmesidir.
Mesela, “Bugün ben söylemeden derse oturup çalıştığına çok sevindim. O çok beğendiğin kalem kutusunu sana alacağım.” gibi. Unutmayalım ki çocuk eğitiminde takdir ve teşvik ödüllerden daha bir önemlidir.
CEZA
Ceza, bir davranışın tekrar edilmemesi için uygulanan üzüntü, acı verici bir yöntem (dayak, cezaevine koyma, odaya kapatma, mahrum etme) ya da çocuklardan alınan bir haktır. Nasıl mı? İşte, ( çocukların harçlıklarını kesme, arkadaşlarıyla görüşmelerine engel olmak gibi). Ceza, çocuklarda korku yaratır. Ve işte bu yüzden de çocuklar kimi davranışlarını sırf ta cezadan korktukları için yapmazlar. Tıpkı ödül de olduğu gibi zamanla etkisini yitirir. Derken de çocuklar ceza almaya da alışırlar.
Ünlü çocuk psikiyatrist Dr. H. GİNOTTA ya göre ceza vererek yapılan eğitim zaman içinde işlevini yitirip işe yaramaz hale gelir. Çünkü,” çocuklar yapıp ettiklerine pişman olacaklarına ve suçlarını telafi edeceklerine daha çok intikam hayallerine yönelirler. Çocukların düşündüğü odak konu artık işlenen suç ya da olumsuz davranışlarıyla yüzleşmeleri değil, cezanın getirdiği duygulardır.
Dolayısıyla, ceza vererek çocukların kendi olumsuz davranışlarından vaz geçmeleri değil, işte, laf olsun diye geri dururlar. Aslında çocukların her bir olumsuz davranışlarının hepsinin de ardında bir ihtiyaç vardır. Burada anne babaya düşen en önemli şey, çocuklarla karşılıklı konuşarak sorunu çözmeye çalışmaktır.
Unutmayalım ki çocuğa şunu yap bunu yapma demekle sorun çözülmez.
Burada sorunun biricik çözümü çocuğa yol gösterip yardımcı olmaktır.
İYİ NİYET
Çok ilginç bir hikâye. Üzerinde dura dura, dua duya okumalıyız.
“İyi niyetli ve yardım sever bir arkadaşımla birgün doğada gezinirken, kozasından çıkmaya çalışan bir kelebek gördük. Kelebek kozanın lifleri arasından sıyrılmaya çalışıyordu. Yardım sever arkadaşım hemen kelebeğin imdadına koştu. Dikkatlice kozanın liflerini sıyırdı, kozayı araladı ve kelebeğin yol bulup çabalamadan kozasından çıkmasına yardımcı oldu.
Ancak kelebek kozadan kolaylıkla çıktıysa da orada öyle biraz çırpındı ve uçamayıp yığılıp kaldı. Yardım sever arkadaşımın göz ardı ettiği gerçek neydi? Kanatlar ancak kozadan çıkma sürecine kelebeğin kasları gelişmekte. Yani gücünü kozasından çırpınarak çıkmasına borçlu…
Bir başka söyleyişle, uçmak için yeteri ve gereği kadar debelenmesi gerekiyordu.
Oysa yardım sever arkadaşım işini kolaylaştırarak kelebeğin güçlenmesine engel olmuştu. Artık kelebek hiç bir zaman özgürlüğü tadamayacaktı. Yani hiç bir zaman gerçekten yaşayamadı.”
Şimdi, psikiyatr Rıhh Sonfort’un bir yazısından alınan bu kısa öyküyü daha da açıklamaya gerek var mı?
Demek ki iyi niyette bir başına hiç bir şey ifade etmiyordu. Asıl olan neydi? Asıl olan doğru bilgiyle, iyi niyet bir şeydi. İyi niyet, yardım severlik ve aşırı koruyuculukla gösterilen sevgi çocukların gelişmelerine ne derece yardımcı olup olmadığı görülmektedir.
O zaman gerçek sevgi nedir? Gerçek sevgi: çocukların yapıp ettiklerini kolaylaştırmak değil, çocukların yapıp ettiklerine saygı duyup onları anlamaya çalışmaktır.
Bir diğer deyişle sürekli anne babaya güvenmek yerine kendilerine güvenmelerini sağlamaktır, bu yönde onları yüreklendirmektir.
DİNLEMEK
Konuşmak nasıl bir sanatsa dinlemekte aynen konuşmak gibi hatta daha da önemli bir sanattır.
Çocukları dinlemenin en önemli yararlarını şöyle sıralayabiliriz. En başta çocukları dinlemek onların konuşma konusunda gelişimlerini sağlar. Çocuk konuşarak yeteneğini geliştirip kelime hazinesi zenginleşir. Çocuk, sorunlarını davranışlarla göstermek yerine ( saldırganlık, hırçınlık, ağlamak, içine kapanmak gibi) sözle ifade ederek rahatlar. Anlaşıldığını duyumsayan bir çocuk, daha bir dingin, daha bir başarılı olur. Yani çocuğun kendine olan özgüven duygusu artar. Böylece de çocuk ile anne baba arasında ki sevgi bağı güçlenir.
BAĞIŞLAMA
Biz insanız ve insan “eksik olan” anlamına gelir.
Öyleyse niyetlendiğimiz her projemizde eksiklik, giriştiğimiz her girişimimiz de hatalar olacaktır.
Tüm bunlar iyi niyet ve sağlıklı iletişimle düzenlenip insanca dediğimiz bu yanılgılardan bağışlanma sayesinde kurtulacağız.
Tarihsel olarak bağışlamanın olmadığı bir yerde, özgürlük de olmaz. Yeterinden fazla nefret, kin ve katılık duygusal yönden yıkıcı, kahredici ve kişiyi bozguna uğratıcı bir özelliğe sahiptir.
Bağışlama sistemli bir davranış biçimidir. Çünkü özgür iradeyle seçilmiş bir eylemdir.
Kimi zaman, tek bir sözle, düşüncesiz bir davranışla, duygusuzca bir eleştiriyle en yakınımızda duran biriyle bile ilişkimizi örseler ve yıkarız. İyiyi çok tez unutur ve hemen nefret senaryoları oluşturmaya başlarız. Ve bunu da gerçekle yüz yüze gelmek adına yeğleriz.
Nedense bağışlamacı ve sevecen olmakla kişiliklerimize yeni derinlikler, gelecekte güzel ve anlamlı ilişkiler katabileceğimizi hep gözden ırak tutarız. Doğrusu böyle zamanlarda da oldukça gururlu olunur.
Bizleri bağışlamaktan en çok alıkoyan şey, kendi kendimizi aşıp erdemli oluşu yakalayamamaktır.
Güya karşımızdakileri, yererek, utançlara boğarak, suçlayarak bir şey yaptığımızı zannederiz.
Bağışlamak, geçmişte olup bitenleri geçmişe bırakarak, bugünü yaşamanın adıdır.
Bağışlamak, yanlışlara göz yummak anlamlarına gelmez.
Öyleyse bağışlayan bağışlaması ile özgür olandır.
Bağışlamak dünde olup bitmiş bir şeyi düne itmektir.
Çocukların yanında öyle ulu-orta onun-bunun kusurlarıyla da uğraşıp durulmamalı.
Bu zaman içinde çocuk kendini başkalarından üstün görüp insanlıktan nefret edebilir.
Oysa insanları sevmeden, onları oldukları gibi kabul etmeden ne arkadaşlık, ne de dostluk duyguları gelişebilir.
DOĞA SEVGİSİ
Anne babaların en önemli sorumluluklarından biri de çocuklarına doğa sevgisini edindirmeleridir.
Doğayla arkadaş, doğayla dost olamayanlar yalnızlığın burgaçlarında dönenip dururlar.
Doğayla dost olmanın en başta yolu, doğayla iletişim kurmayı bilmekten geçer.
Bir başka deyişle, doğayı doğru ve sağlıklı okumaktan geçer.
Pekala. Doğa ne yapılırsa okunmuş olur?
Önce doğayla dost olunacak.
Kelimenin tam anlamıyla dost olunacak.
Yani ayla, yıldızlarla, güneşle, ağaçlarla, çiçeklerle, hayvanlarla… Bir çocuk ortalama bir ağacın her gün yetmiş üç kişiye oksijen yani yaşamak için olmazsa olmazlardan olan temiz hava ürettiğini bilirse, o çocuğun ağaçlara bakışları da değişecektir.
İnsanlar çağlar boyu yollarını yıldızlara bakarak bulduklarını, ayın met-cezir hareketleriyle suların arındıklarını, hayvanların, süt, yoğurt, peynir, yağ, yün vererek, arıların bal yaparak hastalıklara şifa oldukları, kaplumbağların neden uzun yaşadıkları, çiçeklerden ilaçlar üretildiği bilinirse; çocukların doğayla ilişkisi de değişecek ve çocuklar doğanın en büyük ata olduğunun ayırdına varıp onu candan sevip koruyacaktırlar.
Onun için anne babalar çocuklarını hemen her fırsatta doğa okumaya, doğayla hemhal olmaya, doğada yani çalı diplerindeki ateşböcekleri seyretmeye, ağaçlardaki çırcır böceklerinin senfonilerini, konçertolarını dinlemeye götürmelidirler.
Bu evrende herkes herkesten sorumludur.
Çünkü hiç kimse diğerinden daha üstün, daha değerli değildir.
Aslında bütün kitaplar, bütün bilimler, bütün bilgelikler doğayı, evreni ve de insanı daha güzel okuyup huzur duymak içindir.
En güzel yürüyüşler, yani sportif edimler de doğanın bağrında, doğayla iç içe olanıdır.
*
*
Ekmel Ali Okur
e.aliokur@hotmail.com
Bir önceki yazımız olan Çocuklara Kitabı Sevdirmenin 10 Yolu başlıklı makalemizde çocuk eğitimde dikkat edilmesi gerekenler, çocuk eğitimi ve çocuk eğitimi kitapları hakkında bilgiler verilmektedir.