Breaking News

Yaratılışı Anlamanın 10 Yolu

uzayda-dev-firildak

Yaratılışı algılayıp anlamanın birinci yolu, ünlü Bilge Francis Bacon’nun da (1561-1626) dediği gibi, “Yetersiz felsefe; insanı tanrı tanımazlığa, derinliğine olanı da Tanrıya götürür.” der.

Hani bizde de çok güzel bir atasözü vardır: “Yarım doktor candan, yarım hoca da imandan eder.” diye… Ölçü! Her şeyde ölçü… Adını hatırlayamadığım  bir bilge kişi  de der ki: “Bir yerde hem ölçüsüzlük hem de yangın varsa, siz önce ölçüsüzlüğü giderin, sonra da yangını söndürürsünüz.” der.

Demek ki yaratılışı anlamanın en birincil yolu bilgelikte. Yani yeterli ve gerekli düzeyde olmaktır. Pekâlâ… O zaman ilgelik ne? Bir insan ne yaparsa bilgelik havasını solur? Bize göre bilgelik, ardına düştüğü şeylerin ayırtında olması yani kişinin kendiyle ve diğer şeylerle olan ilişkisini kendi özgün usuyla anlayıp çözebilmesidir.  Bilgeliğin en büyük düşmanı ise ezber ya da öykünmedir. Evet bu böyledir.

Bir başka deyişle, insanın başlıca dört amansız hasmı vardır. Bunlar insanın kendisi, çevresi, doğa ve tarihtir..  Her insan bir çevrenin, bir coğrafyanın yani doğanın ve yaşana gelen bir tarihin avuçlarına doğar. Bu avuçlarla yoğrula yoğrula hayata karşı bir paradigma, bir mantalite oluşturur.. Yani doğumundan ölümüne değin, yanlış ve doğru, iyi ve kötü, güzel ve çirkin gibi  yargılar  edinir.. Artık bu adını andığımız kavramların kalıplarıyla kalıplanıp ona göre yaşamını düzenleyip yaşar gider…

O zaman bu soyut mağaralardan kurtulmak için ne yapmalı? Bize göre yapacak tek bir şey vardır: O da bu kavramların doğruluğunu ve yanlışlığını en nesnel, en ödünsüz ve en özgün bir şekilde sürekli sorgulamaktır. Çünkü her şey yapa-ede öğrenilir. Bilgelikte sora sora, sorgulaya sorgulaya edinilir. Demek ki bilgeliğin biricik anahtarı sormaktır,  sorgulamaktır. Yani edinilen, yaşanmağa değer bilgiler, eleştirel akılla;  eleye eleye, sorgulaya sorgulata öğrenilip yaşama karılır..

Bir insan, bir eserin özellik ve güzelliklerini ne kadar anlayıp biliyorsa, o eserin üreticisini de yani yaratıcısını da bir o kadar anlayıp takdir eder. Sözgelimi, hiç resimden anlamayan biri, dünyanın en ünlü ressamlarından biri olan Goya’nın resimlerini de anlayıp takdir edemez. Bu olgu her konuda böyledir. Sâni ve sanat… Eser ve bâni… Sözün özü: Ne yapıp edip doğru bilgiyi, bilince dönüştürmektir. Bilgi bir iyice özümlenip davranışa dönüşmediği sürece, bilgelik dediğimiz değer, ete-kemiğe bürünüp görünemez yani var olamaz.

O halde, önce doğru bilgi, doğru vukufiyet, doğru çözümleme ve doğru bilgelik. Bir insan “ben bilgeyim ya da başkalarının sen bilgesin!” demesiyle bilge olamaz ki. Daha önce de dediğimiz gibi, bilgelik; tutulan yani izlenen yolda, farkı fark etmekle, bilinecek her bir şeyi bilinmesi gerektiği gibi bilmekle doğru orantılı bir şeydir. Bir başka söyleyişle;  bir insan doğruyu, iyiyi ve güzeli ne kadar biliyorsa o kadardır.

 

Yaratılışı anlamanın ikinci yolu ise, doğayı doğru gözlemleyip doğru anlamaktır. Nobel ödüllü Fizikçi Werner Heisenberg “Doğa bilimleri bardağından içilen ilk yudum, insanı ateist yapar ama bardağın dibindeki tanrı sizleri beklemektedir.” der. Aynen böyle der. Düşünen yani doğruyu, iyiyi, güzeli yani huzuru arayan her insan için en oylumlu, en özgün, en açık, en güzel kitap;  tabii ki doğadır.

Bütün bilim adamlarının, bilgelerin  ve sanatçıların  esinlendiği, model aldığı, en baş kitapları, en doğru  kitapları, her zaman, her yerde doğa olmuştur.. Her bilge, her sanatçı, her bilim adamı bu doğa kitabından yararlanıp esinlenmişlerdir… Bütün bir buluşlarını,  düşüncelerini dünya insanlık ailesine armağan etmişlerdir.

Bilindiği gibi özgün ve özgür insan yaşamının  üç saç ayağını vardır.. Bunlar bilgi, bilgelik ve sanattır. Yani doğru, iyi ve güzel… Doğru; bilimin, iyi; bilgeliğin, güzel ise sanatın konusudur. Bu üç kavram tıpkı birbirini tamamlayan organlar gibidir. Biri diğerinden kopuk oldu mu, o eser eksiktir, kusurludur, yani işlevsel değildir. Da Vinci’nin Mona Rosa eseri 1.6 Altın oranına göre yaratılmıştır yani yapılmıştır.  Çünkü güzelin evrensel ölçüsü: 1.6’dır. Evrende her güzel şey; bu ölçüye göre düşünülüp tasarlanmıştır. Demek ki bilim adamı, bilge ve sanatçı birbirinden bağımsız değil, aksine birbirlerini besleyerek, birbirlerinde çoğalarak yollarına devam ederler. Biri diğerinin önünde ya da ardında değil, her üçü de yan yana, omuz omuza üretip çoğalırlar. Tabii ki kategoriler olacaktır, ama yol için; gözde, kulakta, ayakta vs. olacaktır. Ne ışıksız gözün, ne de gözsüz ışığın bir anlamı yoktur. Göz ve ışık… Ses ve kulak, vs. Bunların hepsi de bir şey içindir. Sadece bir şey içindir.

Doğa kitabı ve kadeh!

Hz. Muhammet’in buluncunun  ilk sesi; “oku”dur yani anla!

Oysa Muhammet’in eline henüz herhangi bir metin yoktur.

O zaman Muhammet ne okuyacaktır?

Tabii ki doğayı,  evreni,  toplumu ve kendini…

Görüldüğü gibi, önce doğa, ille de okuyacak.

Çünkü doğa bir bakıma insanın özünün dışavurumudur. Yani doğa insanın açımlanmış halidir. Doğa doğru ve sağlıklı okunursa, insan kendi içe doğru olan yolculuğunu da doğru, sağlıklı okuyacaktır. Doğa bir bakıma Hz. Muhammet’in ve insanlığın en kadim ve en baki aynasıdır.

Bir insan, doğa aynasına nasıl bakacağını bilmiyorsa, o insan kendi içindeki olumlu- olumsuz şeyleri de yeteri ve gereği gibi görüp kendine doğru-dürüst çeki düzen veremez.

Ayna ve doğa…

İnsan ve ayna…

Aslında doğa aynasına bakan, kendi yüreğine, kendine bakar. Doğaya değer vermeyenleri, doğanın kadri-kıymetini bilmeyenler, kendilerine karşı savaş açmış amansız birer öldürmendirler. Doğa yani dünya herkesin, her şeyin ortak kitabı, evidir.. Bağı- bahçesidir. Cennetidir. Her şeyi var eden varın emanetidir. Armağanıdır.. O halde herkes bu emanete, bu armağana özen göstermek zorundadır.. Çünkü emanet edilen bu kitabın bir cümlesi, bir sayfası, bir forması eksilip okunamaz olursa, işte o zaman yolumuzu aydınlatan bu kitap bizlerin de rehberi olamaz.

Bu kitaptaki her satır, her sayfa yeni ve güzel bir güne bizleri hazırlar. Her sayfa yolumuzu aydınlatan bir ışıktır. Sayfalar eksildikçe karanlıklar yoğunlaşıp gidilecek o asude, o huzur dolu yere gidilemez.

Sözün özü, bu doğa kitabını aynasının ışığını çok iyi anlayıp bu güzellikleri bizlere armağan eden Gizil Gücü hakkıyla takdir etmiş olalım.

Daha ilk kadehte sarhoş olan, kendi karanlığında dönüp duran biçareler gibi olunmamalı.. İçlerimizi aydınlatan bilgelik kadehlerinden içe içe varılacak o huzur dolu bilgelik yurduna varalım. Çünkü bu kadehler bizleri o yere götüren, iksir dolu yakıtlar gibidirler.

Çünkü, oluşum her yerde, her zaman evre evredir. Vaktinden önce doğumların yaşama şansı yok gibidir. Her tohum toprağın altında belli bir yanıştan, yani sınavdan geçmeden güneşe yani aydınlığa ve berekete duramaz. Tohum, önce toprağın altında yanar, çatlar ve ondan sonra aydınlığa boy verir.

İşte bilgelik de böyle bir şeydir.  Evre evre gerçekleşen, evre evre yaşanan bir şeydir. İnsan bildikçe bilmemenin, öğrendikçe daha b ir çok öğrenmenin o erişilmez hazzını yaşamalı ki yaratılışın, yaratmanın yani varoluşun o olağanüstülüğünü de görüp gönenebilmeli.

Atalar ne güzel söylerler: “Boş teneke çok tıngırdar.” diye. Gerçekten de öyle.. Büyük beyinler her zaman doğayı, evreni, ölümü ve ölüm ötesini anlamak için hep bir içsel yolculuk üzeredirler. Onlar ki her gün yeni bir aydınlığa, yeni bir var oluşa doğarlar. Yaşamları hep bir hicret üzeredir. Hicret ki eskiden yeniye, yapay olandan özgün olana, darlıktan bolluğa, soyut mağaralardan özgür ortamlara bir büyük coşku içinde yürümektir. Yani sürekli yetkinleşerek, yeğnileşerek yengilerden yengilere evrilerek var olurlar. Küçük gel-geç heveslerde takılıp kalanlar, her daim yaratılışın o olağanüstü, tanımsız güzelliğini görüp anlayamazlar. Onlar ki tıpkı anafora yakalanmış bir saman çöpü ya da güneşe kavuşmak isteyen bir böcek gibi aynı yerde dönenip durarak, toz toprak olup giderler.

uzay-bulutu

Yaratılışı anlamanın üçüncü yolu ise Modern Fiziğin Büyük Atası Isaac Newton’un(1642-1727) da ışık tuttuğu gibi “Bu muhteşem sistem ancak ve ancak ‘çok güçlü, çok zeki olan bir varlığın’ yönetimi ile işleyişine devam edebilir.” der.

Büyük bilgeler ne güzel demişler. “Bu âlemde kendini bilmek gibi erdem olmaz” demişler. Doğrusu… Çok da güzel demişler. Kendine değer veren, kendi özüne saygı duyan her beyin, hem kendini hem de içine bulunduğu bu evreni gözlemleyerek, sınama-yanılmalarla, başkalarının da görüş ve düşüncelerini alarak bu muhteşem varoluşun gizini çözmeğe çalışır.

Gözü ve gönlü olup da, bu göklerde, şekilden şekle girerek dönüp giden ayı, her gün hep aynı yörünge üzerinde, hiç duraksayıp yorulmadan akıp giden güneşi, her gün, gün batımından gün doğumuna kadar, yavaş yavaş ortaya çıkıp kaybolan yıldızları, Samanyolularını, meteorları temaşa edip düşünmeyenlere ne kadar  insan denebilir ki?

Şöyle bir evrenlerden biri olan içinde bulunduğumuz evrene bakıp düşündüğümüz de; yerde, gökte ve bunlar arasında her bir şey gerçekten çok muhteşem.. Ay, yıldız, güneş, bulut, yağmur, çiçek, böcek ve her şey.. Gören göz, düşünen akıl için her şey olağanüstü, her şey bambaşkadır. Durmak yok. Hem içe hem de dışa doğru sürekli hicret. Yani sürekli bilgelik yolculuğu.. Ne olursa olsun, insan bildiklerinin toplamıdır. Her kim yaşamı ne kadar keşfedip biliyorsa bir o kadardır.. Hayatı sevmenin, hayata bağlanmanın  gizi; hayret ve hayranlık duygularını her zaman, her yerde  diri/canlı tutmaktır..

Şöyle bir dingin kafayla çocuklara bakalım.. Orada ne görürüz? Ne göreceğiz? Tabii ki çocuklar nesneler, objeler karşısında, hep coşku dolu, aşk dolu  olduklarını.. Dakikalarca hayret ve hayranlık duygularıyla, karıncalara, kaplumbağalara, mayısböceklerine, ateş-uğur böceklerine bakıp  izleyebilirler..  Çocukların henüz zihinleri çevreleri tarafından, geleneksel kalıplarla, kuruntularla   öreselenip bozulmamışsa yaşamı, çevreyi, doğayı, evreni bir büyük coşkuyla bilseyip anlamağa çalışırlar…

Öyleyse insan, bir eser sahibini yani bir sâniyi anlayıp takdir edebilmesi için o sâninin yapıp ettiği  yani ortaya koyduğu eseri çok iyi gözlemleyip incelemesi gerekir.. Hani halk arasında çok güzel bir söz vardır: Ne denir? “Adam yaptığı işinden belli olur..” ya da “Esere bak, adamı taktir et!” gibi..

Biz insanlar da yaratılışı anlamak için önce yarattığı esere, sisteme ve işleyimine bakarız.. Güneş hep aynı seyrinde, dünya hep aynı devrindedir.. Gün hep yirmidört saattır.. Dünya güneşin etrafında hep aynı vakt üzredir.. Ne yorgun düşüp bir dakika  geri kalır, ne de acele edip bir dakika ileri gider. Hep aynı ölçü üzeredir.. Bütün zamanlarda, her yerde ve her kişi de ateş yakar, su boğar  ve yüksekten bırakılan her bir cisim düşer..  İşte bu Yaradanın evrensel, yaratılış yasası.. O halde hiçbir zaman, hiçbir yerde kuruntuya bir mahal yoktur..

Her canlı bu gökkubbe altında raks edip dönen dünyanın sırtındadır.. Canlılar ne denli üreyip çoğalırsa çoğalsın, dünyaya yavaşlayıp durmak yoktur.. Hep aynı hal üzeredir, hep aynı devri-daim üzredir.. Çünkü o Üstün Gücün, sonsuz bilgeliğiyle kurguladığı bir düzendir.. Her bilge, her kaşif o Üstün, Gizil Gücün yarattıklarına bakıp esinlenerek, ortaya bir buluş, bir kolaylık koyar.. Bu böyledir..

Bu olgu her alanda böyledir.

İster teknik, ister sosyal, ister sanatsal olsun. Bu hep böyledir.. Asıl mutlak bilge o Gizil Güçtür.. İnsan ise sadece var olandan yani yaratılmış olandan kalkarak, ortaya izâfi yani eksikleri, kusurları olan bir eser koyabilir…

Yaratılışı anlamanın dördüncü yolu ise “ahlaktır.” Her insan hayata erdemli, dahi, tertemiz olarak doğar. Hatta her çocuk daha ana rahmindeyken annesinin ve çevresinin her bir şeyinden etkilenir.. Bir başka söyleyişle, annesinin yiyip içtiğinden, çevreyle ve kendisiyle ilişkilerinden bile doğrudan etkilenir. Bu konuda, bu konuya ilişkin uzmanlarınca nice deneyler yapılıp sözkonusu durum ispatlanmıştır.

Evet her çocuk hayata dahi olarak doğar. Çünkü her çocuk, henüz hayata doğar doğmaz çevresinde olup bitenleri anlamaya, anlayıp çözmeğe çalışır.. Çok kısa bir sürede annesini, ailesini tanır ve onlara gözleriyle, bakışlarıyla, jest ve mimikleriyle yanıt vermeğe çalışır. Zaten bir süre sonra da bulunduğu ailesinin dilini öğrenip duygu ve düşüncelerini dile getirip dillendirir..

Her çocuk yaşamı doğru ve sağlıklı anlamak için çevresine sürekli sorular sorup sorgulamaya çalışır.. Çünkü her çocuk, bilsemeyi yani merak, kuşku, sevgi, ürkü, sahip olma vs. gibi duygularını doğuştan getirmiştir. İşte bu anlamda her çocuk dahi olma özelliklerini üzerinde, yani doğasında taşıyarak dünyaya gelir. Ne var ki ailesi, çevresi, okulu, toplumu, el birlik, dil birlik edercesine bu dahi kişilikleri, kendi kalıplarıyla kalıplayarak, en sonunda kendilerine benzetirler..

En başta yaşamı öğrenmesi için çok soru sormasını, azarlayarak, tehditler savurarak, şantajlar yaparak ve hatta kimi şiddetlere başvurarak, o güzel çocukları yani dahileri, kendi eski, eprimiş, köhne kalıplarıyla kalıplayarak, o sıra dışı varlıkları en sonunda sıradan, banal, aval kişilikler haline getirirler.

Oysa bilgeliğin ilk ve değişmez anahtarı soru sormaktır.. Hani denir ya: “Sora sora Bağdat bulunur..” diye.. Burada kastedilen Bağdat;  bu sözün  ilk söylendiği zamana, bilgeliğin şehri yani yurduna bir göndermedir..

Eğer ki  insan özgün yaşanmağa değer bir yere varacaksa, mutlaka oraya sora sora varacaktır.. Görünmeyen ya da yitik bir değeri, cevheri bulup gönenecekse, burada da söz konusu şeylerle ilgi sürekli bir sorgulama içre olacaktır..

Özetin özeti: Sormak ve sorgulamak insanın, düşünen insanın, en vazgeçilmezidir. Sormayan, sorgulamayan kişiler, uluslar, bağımlı, sömürülen, her zaman, her yerde meydan dayakları yiyen  güruhlar olmaktan öteye gidemezler..

Demek ki güzel ahlak, insansoyunun doğasında, doğuştan  getirdiği bir şeydir.. Bir başka söyleyişle, kötücül duygular, olumlu duyguların örselenip bozulmasıyla meydana gelmekte..

Merak duygusunun bozulması, taassup duygusunu, taassup duygusu da, kalıplanmayı, kaypaklığı, kasılmayı(kibri), kaosu, kavgayı ve kan akıtmayı  getirmekte..

Oysa bütün  duyguların anası sevgidir. Sevgi..Sevgi ise ancak ve ancak eleştirel, sorgulayan, tartışan akılla elde edilir ve yaşanır.. Korunur..

Ahlak, insanın doğasına uygun ve uyumlu hareket etmesidir. Her davranış, bir düşüncenin, bir duygunun dışa vurumudur. Çocuğudur..Doğru davranışlar, doğru yaşamı yaratır.

Başta ne dedik? Ahlâk insanın doğasında vardır. Yani doğuştandır. İnsan, doğası gereği acı çekmeyi, aşağılanmayı, sömürülmeyi, ezilmeyi sevmez. Ama cömertliği, yani paylaşmayı, desteklenmeyi, merhameti, şefkati vb. şeyleri sever, bu tür yaklaşımları, yardımlara yakınlık duyar.

İyi  ve güzel ahlak, vicdan dediğimiz adalet terazisinde ölçülür, denetlenir ve sorgulanıp yargılanır. Vicdan tanrının mekanıdır. Bir başka deyişle, tanrı hükmünü vicdanların sesiyle açıklayıp doyurur.. Hani insan çok sıkışıp çaresiz kaldığı zaman, “Kendine dön, vicdanının sesini dinle!” denir ya.. Gerçekten de insan dürüst olup o yüreğindeki vicdanının sesini dinlediği zaman, ne yapacağını, ne edeceğini çok iyi bilir. Onun  için her zaman bir öğüt, bir uyarı yapılacak olduğu zaman, “Vicdanının götürdüğü yere git!” denir. Çünkü en iyi, en samimi yol gösterici vicdandır.

Şu halde güzel ahlakın doğru ölçeri, doğuştan getirilen vicdandır. Nasıl ki beş duyu organlarıyla ses, koku, tat, görme, dokunma algılanıyorsa, vicdanla da herhangi bir duygunun, bir düşüncenin, bir davranışın doğruluğunu ya da yanlışlığını ölçülür..

Evet, artık şimdi asıl söyleneceği söyleyip geçelim: Yaratılışı anlamanın dördüncü yolu, her insan, her yerde, her zaman bir vicdanla yani ahlakla dünyaya gelir. Nasıl ki göz görmek içinse, vicdanda gözün gördüğünü, doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin olduğunu göstermek içindir.

Bu gerçeği görüp takdir etmek, bir Yüce Var’ın  varlığına saygıdır, yani kendini bilmektir. Kendine saygıdır..

 

uzay-kulesi

Yaratanı anlamanın beşinci yolu, her şeyi var eden Var’ın sonsuz bir güce ve ölümden sonraki öte duygusunun doğumla doğamızda var olmasıdır..

Şöyle bir düşünelim. Görmemiz, duymamız, dokunmamız, tatmamız, koku almamız, her şeyimiz sınırlı.  Bakıyoruz, ancak belli bir mesafeyi görebiliyoruz. Ama elimize herhangi bir uzağı görme aygıtı  olduğunda, daha da uzakları görüp gözlemleyebiliyoruz. Duymamız da, dokunmamız da böyle. Biz insanlar dünyayı, evreni, doğayı, her şeyi beş duyu organımızla algılayıp anlamağa çalışıyoruz. Eğer 6.-7. Duyu organlarımızda olsaydı bu dünyayı ve başka şeyleri de ona göre algılayıp anlamağa çalışacaktık.

O halde biz insanlar her bir şeylerimizle sınırlı, ölçülebilir varlıklarız. Ve fakat bizleri ve her şeyi var eden bir sonsuz Bilge, sonsuz Güçte var.. Bu olgu yadsınamaz bir gerçekliktir. Çünkü biz kendi kendimizi var etmedik. Herkesi ve her şeyi var eden bir var vardır. İnsanlar yaşadıkları toplumların dillerine göre bu “Var”a  bir ad vermişlerdir. İşte kimileri Tanrı, kimileri Allah, kimileri Good, kimileri Büyük Ruh, kimileri Doğa, kimileri de şu ya da bu demişlerdir..

Her kim ne derse desin, yoktan var eden ya da vardan var eden bir yaratıcı Gizil Güç vardır. Biz dahi ona geleneksel olarak Allah ya da Tanrı diyoruz. Bizler, her şeyleri ile ölçülebilen O ise ölçülemeyen bir varlıktır. Bizler sınırlı ve acz içinde olan, ama o sonsuz ve sınırsız bir Güçtür..

İnsan bütün duygularının toplamıdır. Bu duygulardan biri de “şefkat” duygusudur. Yani korunup kollanma duygusu… Onun için insanlar ona bu dünyada ve ötede en büyük “Şafi”dir demişler.. Öyleyse insan sınırlı bir varlık olduğunu yani haddini bilecektir. Büyük bilgeler, gönül adamları buna “Kendin bilmek” demişlerdir.

Bizler hem kendimizi, hem de öldükten sonra yine var olacağımızı bileceğiz. Aslında bu ölümden sonra yaşam olgusu insanlık tarihi boyunca hemen bütün insanların ortak duygusu, kabulüdür.

Ben dahi derim ki: Ölümden sonra yaşam şu ya da bu şekilde devam edecektir. Çünki asıl olan budur.. Bu sonsuz Bilge, sonsuz Güç sahibi olmanın da bir gereğidir.. Yani adil olmanın bir sonucudur.. Yoksa her şey  çok saçma, çok  trajedik olurdu..

Daha önce de söylediğimiz gibi, insan bütün duygularının toplamıdır. İşte, açlık, susuzluk, merak, kuşku, sevgi, şefkat, sahip olmak,  şehvet, kıskançlık vs…

Şöyle bir düşündüğümüz zaman, insanda her duygunun bir karşılığı vardır. Açlık duygusunun; yemek, susuzluk duygusunun; içmek, merak duygusunun; öğrenmek, kuşku duygusunun; emin olmak, ergenlik çağına gelindiğinde, şehvet duygusunun da bir karşılığı vardır. Bu şehvet duygusu giderildiği zaman psikolojik olarak insan beyni yatışır, rahatlar. Yani şehvet fırtınası diner ve kişi sakinleşir.

Öyleyse; içimizde yani doğamızda var olan,  ölümsüzlük yani ölüp yok olup gitmemek duygusunun da bir karşılığı olmalı.. Mutlaka olmalı.. O da; yeniden diriliş ya da bir başka evrede yaşamak gibi….

Bu duyguyu içimize biz koymadık ki. Bu duyguyu bizleri var eden var koymuştur.  O zaman; bizlere düşen bu duygunun hakkını verip yani bir başka evrede daha güzel, daha erdemli kişilikler  olmaya çalışmalıyız, buna elden geldiği kadar özen göstermeliyiz.

 

holistik-zihin-evren

 

Yaratılışı anlamanın 6. Yolu Kur’an da, 3/ 190. Ayette de vurgulandığı gibi; ‘’ Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akledenler  için  apaçık deliller vardır…’’ denilir.. Evet böyle denilir..

Gerçekten de, yer ve gök arasında çok sıkı bir bağ vardır. Sanki gök bir baba, yer ise ana gibidir. Yer tıpkı bir tür ana gibidir.. Her zaman doğurgan ve duyarlı.. Gök ise  tıpkı bir baba gibi..Doğuştan getirdiği o müthiş kas güçleriyle dışarı çıkıp çalışıp gelip yardım eden, görüp gözeten, bir baba.. Bir hami.. Bir başka deyişle; yer göksüz, gök ise yersiz edemeyen, edemeyecek olan hep aşk üzre olan, bir tür aşık ve maşuk gibiler.

Gök; her sabah elinde yeri ısıtan ve ışıtan, yere hayat veren güneşiyle gelip, taa gün gün doğumundan, gün batımına kadar dönüp durmakta. Güneş, gün akşam olup alıp başını gittikten sonra; yerine  şekilden şekle giren ayı nöbete bırakmakta. Dünya yani yer daha bir çekilir, daha bir yaşanır olsun diye, güneş yıldızlarla dolu göğü ışıl ışıl ışıldatmakta… Yer ellerini, yüzlerini yuyup yıkasın diye; bitkiler, hayvanlar, her bir şey kana kana sular içsin diye, gök, bulutlarından yağmurlar, karlar, dolular bırakıp hayat bahşetmekte…

Düşünüp anlayanlar için; yer ve gök okundukça çoğalan, çoğaldıkça yenilenen, coşku dolu bitimsiz bir kitap gibidir… Bu kitapta güzel sanatların hepsi arz-ı endam edip durmakta. Bir güzel sanatlar mı ? Hayır ! Bilim, bilgelik ve sanat, hepsi de. Zaten yaşanmağa değer hayatın şifresi de bu üç kavram değil midir ? Doğruluk, iyilik ve güzellik. Gök; baba yani güçtür, adalettir..Özgürlüktür. Barıştır. Aydınlıktır… Yer ise; anadır..Üretmekttir.. Emekttir..Sevgidir.. Merhamettir…

Yerde yüreği daralan, sıkılan, naçar kalan insan,  her zaman ellerini açıp, gözlerini göğe çevirir. Gök mavidir. Gepgeniştir… Görklüdür… Yüreği daralıp öleyazan insan, böylece rahatlar, içi genişler, içine yavaş yavaş mutluluk,  huzur dolar. ..

Emek, özgürlük ve huzur…

Bu gök kubbe altında insanın aradığı tek bir şey vardır. O da: Huzurdur… Huzur ise yer ve gök ilişkisinde ki gizemi, anlayıp çözmektir.

Sözün özü gök eril, yer ise dişildir. Öyleyse her akleden eril ve dişil kişi bu görklü gizemi bir güzel anlayıp ona göre yaşamanı tasarlamalıdır.

enerji-evreni

Yaratılışı anlamanın yedinci yolu Albert Einstein’in da dediği gibi “Evrenin en anlaşılmaz yönü onun anlaşılabilir olmasıdır..” diyor.. Bu güzel sava kim ne diyebilir ki?

İnsan, şöyle bir evrene kabaca bakınca her şeyin çok karmaşık olduğunu sanabilir. Ama gerçek böyle midir? Tabii ki hayır! Şimdi burada bir güzel durup düşünelim. Diyelim ki herhangi bir kişi ilk kez bilgisayarda tıklayacak. Bu kişiye ilk önce her şey çok karmaşık, müşkül görünür.. Ama bilen biri tarafından tıklamayla ilgili  ilk bilgiler verildiğinde, her bir şey hayret ve hayranlık içinde çözülür gider..

Bu durum  evrenle ilgili de böyledir..

Diyelim ki Newton’un yerçekimi yasası. Kişi bu yasanın her yerde, her zaman, her kişide aynı olduğunu görünce, doğadaki, evrendeki yasaları anlamağa karşı büyük bir istek duyar.. Artık bu tür kişiler için evrenin, doğanın matematiksel dilini bilmek, daha çok bilmek iştiyakı çoğalır durur.

Evrendeki, doğadaki evrensel yasaları fark etmek, bir çocuğun yeni, yepyeni bir oyuncağa sahip olması gibi keyifli, coşkulu bir duygudur. Bir başka söyleyişle,  farkı fark etmek, bir şeyi anlayıp çözmek, bir çocuğun oyun kurup oynaması denli coşku dolu bir yolculuktur..

Hayatın başlıca iki simgesel dili vardır.. Harfler ve rakamlar.. Biz insanlar bu alemde simgeler kullanarak simgesel düşünen tek canlılarız. Öyleyse insan bu evrende, bu ayrıcalığını geliştirdiği oranda, insan olmanın gizemini yaşayacaktır. Hani meşhur bir söz vardır: “İnsan bildiklerinin toplamıdır..” diye. O zaman ne kadar anlayıp biliyorsak o kadar insanızdır

Şöyle bir insanlık tarihine bakalım.

İnsan selden korkup barajlar yapmış. Böylece daha çok toprağı sulayıp  daha çok üretip daha iyi beslenmiş. Erezyondan korkup uygun yerleşim yerlerini keşfetmişler.. Böylece can ve mal telefinden kurtulup daha varsıl, daha mutlu yaşamışlar. İnsan, nice bin şeylerden korka korka, nice bin buluşlarla tanışıp gönenmişlerdir..

Şu halde evrende ve doğada hiçbir şey anlaşılmaz, karmaşık değildir.  Karmaşık olan bizlerin yaklaşım, düşünüş biçimidir..Önemli olan, evrenin bağrında var olan evrensel yasaları arayıp bulmaktır.. Onun gönenci içinde huzur dolu yolculuğa devam etmektir..

Evet, şimdi burada durup düşünüyoruz. Bu evreni, bu evrensel yasalarla tasarlayan, bu Büyük Bilgeyi ne kadar anlayıp takdir edebildik?

 

kuran-allah-peygamber

 

Yaradanı anlamanın sekizinci yolu yine ünlü bilim adamı Albert Einstein’in “Bilimsiz din kör, dinsiz bilim ise topaldır..” sözü..

Tanrı kendi sonsuz büyüklüğünü, kendi sonsuz bilgeliğini gösterip kanıtlamak için insanların yardımına, açıklamalarına muhtaç değildir. Zaten işin doğası gereği bir başkasına muhtaç olan bir varlık tanrı olamaz Kİ. Bir başka deyişler, yaratan biri yaratılmış olana gerek duymaz.

Tanrı ana rahmine düşen her bireye dünyaya geldikten sonra kendi varlığını arayıp bulacak her türlü donanımla var etmiştir. Eğer ki b ir kişi bu hikmeti anlayıp çözemiyorsa, o böyle bir sorumluluktan aridir.

Şu halde asıl olan şey ne? Asıl olan şey: İnsan, tanrı ile kendi arasına hiç kimsenin girmesine bir yol vermemeli. Bir bakıma apaçık belgitleri görmek, anlamak, çözmek için, şu ya da bu aracılara bir gerek yoktur. Burada önemli olan ne? Önemli olan: İnsanın en önemli olan duyuncunun üzerini, şunun ya da bununla örtmemektir. Her insan yaşamı, doğayı, evreni, ölümü ve ölüm ötesini kendi özgür aklıyla algılayıp anlamasıdır..

Şunu ısrar ve inatla söylemeliyiz ki bu dünyada en önemli olan şey, insanın kendi özgür aklıyla bulunacakları bulup anlamasıdır. Bir insana yapılabilecek en büyük kötülükte akletmekten uzak tutulmasıdır. Yani ezbercilik, öykünmeciliktir.. Onun için “Ezber bir zihinsel soykırımdır..” denilmiştir.

Zihinsel soykırım yani aklın köreltilmesi. Çünkü ezber işlevsel aklı edilgenleştirir. Edilgenleşen akıl ise zaman içinde körelir gider.

Öyleyse insan, her daim yeni bir şey öğrenmeli. Zayıf, yoksul bellekler, zengin tasarımlar yapamazlar. Zengin tasarımları olmayan bir insanın da zekâsı yereri ve gereği gibi gelişemez. Bu tür insanlar en sonunda yaşama coşkusunu kaybederler.

Yeni bir şey üretme, yeni bir şey keşfetme arzusu olmayan insanlar yapay yaşamların kısır döngüsünde dönenir dururlar.. Bir başka deyişle, gerçeği yaşayamayanlar, kuruntularının bozbulanık sularında kekremsi bir sona doğru akıp giderler.

Hani denir ya: “Hayat boşluk kabul etmez..” diye. Doğru.. Hayat anlamlı, gerçek şeylerle doldurulmazsa, işte o zaman boş, kuruntu, vehimlerle doldurulur.

Ne diyordu Einstein “Bilimsiz din kör, dinsiz bilim de topal..” Her şeyi var eden bir var vardır. Her şeyi var eden var, her insanın, her canlının doğru ve sağlıklı yaşayabilmesi için daha ana rahmine düşer düşmez yeterli ve gerekli yetenekleri de beynine kodlamıştır. Önemli olan onun bunun uydusu olmadan, bu güzel dünyada, coşku içinde ömür yolculuğunu sürdürebilmesidir.. Yani hiç kimsenin kalıplarıyla kalıplanmamasıdır.. Hep özgür, hep özgün bir kişilik olarak kalmasıdır.

Bilim nedir? Bilim bilineceği bilinmesi gerektiği gibi bilmektir. .Hayat, doğa, evren hepsi de matematiksel yasalarla var edilmiştir.. Biz akleden insanlara düşen bu gerçeği dostdoğru görüp ona göre yaşamaktır.

Bir insan sürekli mal-mülk biriktiriyorsa bu insan bencillik hastalığının kıskacına düşmüştür. Topluma düşen bu insanları bu kıskaçtan kurtarmaktır. Eğer bir insan paylaşma duygusunu yitirmişse, bu insan iyi ve güzel insan olma güzelliğini yaşayamayacaktır. Onun için toplumsal yasalar yapılırken bu vahim duruma çok dikkat edilmeli..

Sürekli gel-geç şeyleri biriktiren insanlar, yaşama- ölüme karşı yoğun korkuları olan insanlardır. Bunların geriye dönük özyaşam hikayelerinde yolunda gitmeyen bir şeyler olmuştur. Bu vahim durum ne edip yapıp düzeltilmelidir. Çünkü bu sürekli biriktirme sanrılığı kişiden kişiye, kişiden topluma bulaşıcıdır. Bu vahim durum sürdüğü sürece toplumsal barış, kardeşlik, özgürlük yaralanıp topallamaya başlar. Artık orada baskı, zorbalık hüküm sürer. Zaten zorbalığın olduğu bir yerde de özgürlük, işlevsel akıl pusuya çekilir ya da alıp başını gider.  Burada bilimsel dinden kasıt, eleştirel, sorgulayan, tartışan aklın öncülüğünde edinilen değerler ve bu değerlerin inanca dönüşmesidir.. Ne olursa olsun özgür aklın basmadığı hiçbir şeyin ardına düşmeğe değmez.. Hiçbir insan bu dünyaya isteyerek gelmemekte ve isteyerek de gitmemekte.. Öyleyse önce özgür yani işlevsel akıl, ille de işlevsel akıl..

Özetin özeti, kör ve topal olanlar, ancak ve ancak, kör ve topallarla yarışabilirler.. Evrenlerdeki eşsiz düzeni yaratan Yüce Yaratıcı hem fiziksel, hem de zihinsel bütünlüğe eşit mesafede durur.. Bu onun sonsuz adalet sahibi olmasının nesnel sonucudur.. Şu halde insan, fiziksel durumuna özen gösterdiği kadar, zihinsel kusurlarına da dikkât ve rikkât etmeli..

 

islam-dusunurleri

Yaratıcıyı anlamanın dokuzuncu yolu ünlü bilim adamı Antony Flew “Bir ateist olarak benim görüşüm daima iddianın götürdüğü yere gitmekti.. DNA araştırmaları benim için bir yön değişikliği teşkil etti.. DNA’nın korkunç karmaşıklığı ve bunların birlikte çalışma şekillerinin korkunç inceliğinin şans eseri bir araya gelmiş olması çok düşük bir ihtimaldi. Bunların hepsi de bana çok üstün bir zekanın eseriymiş gibi görünüyordu.. Hayatımın uzun bir dönemi ateist olarak yaşadıktan sonra artık Tanrının gücüne ve varlığına inanıyorum..”

İşte bu ünlü bilim adamı Antony Flew böyle diyor. Doğada, evrende hiçbir şey yersiz, anlamsız değildir. Her nesnenin diğer bir nesneyle ilişkisi vardır.. Tıpkı bir duvarı, bir taş kemeri oluşturan taşlar gibi.. Nasıl ki bu taşlardan herhangi birini sözkonusu kemerden çekip aldığımızda, artık o kemer eski kemer değilidr.. Sözkonusu kemer  zamana dayanıklı kemer olmaktan çıkar, yani asıl özelliğini ve güzelliğini yitirir.. Doğa da aynen bu kemer gibidir. Herhangi b ir şeyin eksikliği, diğer bir şeyi olumsuz etkiler. Diyelim ki doğada hayvanların otladığı otlaklarda mayısböcekleri telef edildi.. N’olur? N’olacak?  Orada yayılan sığırların dışkıları otlaklara yapışıp kalıp otların büyümelerini, yaşamalarını sonlandırır. Bundan dolayı da hayvanlar gelişip çoğalamazlar  ve süt ürünleri de gitgide düşer..

Her şey böyledir. Hayatta her bir canlının bir işlevi vardır. Akbabalar doğada ölüp doğaya zarar verecek canlıların temizliğini, sincap dağların ağaçlandırılmasını, keklikler doğadaki kenenlerin tasallutunu, yılanlar çok üreyen farelerin dengelenmesini, domuz ormandaki ağaçların dibinin havalandırılmasını vs. sağlar.

Her şey sadece bir şey içindir.. Yaşamın sağlıklı bir şekilde devam etmesi içindir.. Yani doğada, evrende, her bir şeyde  denge..

İnsan genleri üzerinde us yoran Antony Flew de bu olguyu anlatmak istiyor.. İnsan anatomisinde hiçbir gen yersiz ve gereksiz değildir… Ne fazla ne de eksiktir.. Her şey yerli yerince.. Düşünen büyük beyinler bunun adına; Bilgelik demişler. O zaman bilgelik, her şeyi yerli yerince anlayıp değerlendirmektir.. Yani “atın önüne ot, itin önüne de et atmaktadır.” Durup dururken çelişmemektir. O zaman yaşamın gizi çelişmezliktir.. Bir başka söyleyişle, kuşun sesini kulak  aslan sesi, aslanın görüntüsünü göz kuş olarak görmemektir.. Kulak ve göz bütünlüğü.. Yoksa yaşam nasıl devam edebilirdi ki? Akıl ve yürek iki ayrı şey değildir.. Aklın basmadığı bir şeye gönül yani bulunç onay veremez.. Ki her şeye rağmen verir gibi görünüyorsa, orada yolunda gitmeyen bir sorun yani sanrılık var demektir.

Yüce Yaradan’a çelişki yakışmaz. Bir yerde çelişki varsa, bu sonsuz Bilgenin var edişinden değiş, insanların ya eksik bilgisinden ya da düşünsel sanrılığından meydana gelmektedir.

müslüman-bilim-adamlari

Yaratıcıyı anlamanın onuncu yolu ,büyük edebiyat adamı William Shakespeare’ın da vurguladığı gibidir. Bu dev tiyatro yazarı der ki: “Bütün dünya bir oyun sahnesidir.. Kadın erkek bütün insanlar da sadece oyunculardır. Her birinin giriş ve çıkış zamanları vardır..” der..

Doğru.. Bu güzel ifadeye kim ne diyebilir ki? Önemli olan ne? Önemli olan hayata, doğaya, evrene, ölüme, ölüm ötesine doğru bakıp doğru görebilmektir.. O zaman insan her şeyden önce, ne yapıp edip doğal yani özgün bilgiyle bilgilenmek zorundadır. Çünkü doğru bilgi olmadan, doğru düşünce, doğru düşünce olmadan doğru davranış, doğru davranış da olmadan doğru ve sağlıklı yaşam olmaz.. Önce doğru bilgi, ille de doğru bilgi.. Tabii ki bunun için de, önce kişinin kendi aklını, kendinin kullanması gerekir.. Bir başkalarının duyu organları ve aklıyla hareket eden kişiler, aslında kendi özlerinden, kendi kendilerinden vazgeçmiş insanlardır..  Kendi özgün aklından, kendi özgün özünden ayrı düşen insan, ne kendi olabilir ne de öykündüğü, izlediği kişi olabilir.. Üstelik bu tür insanlar, hem kendilerinin hem de izdeşlerinin başına bela olurlar.. Hayatta en kolay  olan şey; insanın kendi usuna sahip çıkıp kendi olmasıdır. Zaten akıllı insanda bir başkasını dinleyip onun da deneyimlerini kendi özgün aklına katan insandır.. Yani ben olacak, sen olacak ve böylece biz olacaktır.. Tıpkı birbirini yıkayan eller gibi, tıpkı omuz omuza yürüyen dostlar gibi.. Ne biri önde ne de  arkada. Hep yanyana.. Hep omuzomuza..

Doğru..Dünya kocaman bir tiyatro sahnesidir.. Yönetmen her şeyi var eden vardır.. İnsan, bu sahneye yüreğinin sesini dinleyerek ya kadın ya erkek olarak doğmaktadır..

Bu sahnede her bir bitki, hayvan, toprak rengarenktir.. Boyutları, renkleri birbirinden farklıdır.. Bu sahnede hiç kimse renginden, ırkından, dilinden, cinsiyetinden, ailesinden, fiziğinden ve daha nice şeylerinden dolayı yakınmağa bir hakkı yoktur.. Çünkü her birey başlıbaşına bir oyuncudur.. Önemli olan her oyuncunun en güzel, en anlamlı oyununu  oynamağa çalışmasıdır..

Ama heyhat! İnsanlar yüreklerinin seslerini dinleyerek oyunlarını oynamıyorlar.. Ya cinsiyetine, ya rengine, ya fiziğine takılıp kalıyor.. kendi kendilerine savaş açıyorlar.. Kendi kendini aşağılayarak, bir başkasının ardında, onun ardılı olmaya kalkıyor.. Yani kendi kendine tuzak kurup oyunbozanlık yapıyor.. Bir başka deyişle, kendi özgün yeteneklerini kullanmayıp basitliğe, banallığa, bağnazlığa kapılıyor.. Yani doğasına uygun ve uyumlu olmayı terk edip kendi kendinin haini olup eşsiz acıların muhatabı oluyor.. Tıpkı çölde yolunu kaybetmiş bir yolcu gibi azaplar içinde dönenip duruyor.. Zaten Kur’an’da da “Akleteyenler azap içinde kalırlar, üzerlerine pislik yağar.” Denmekte.

Sözün özü: Her insan, yaşama doğar doğmaz, kendi kendini örüp insa eder.. Yani her birey kendi kendinin oluşturduğu bir eserdir. Ya özgün bir eser ya da örselenmiş, bozulmuş bir eserdir.. Ötede o  “Büyük Yargı Günü”’nde hiç kimsenin hiç kimseden yakınmağa bir hakkı yoktur. Büyük aşk ozanı Karacaoğlan’ın da dediği gibi “Oraya herkes kendi odununu, kendi götürür.” Demiş.. Doğrusu çok da güzel demiş.. Biz daha bu konuda aynen  böyle diyoruz..Tabii ki burada odundan kasıt, kirlilikten arınma aracı, simgesi ateştir. Çünkü Türkçe’de “od” ateştir.. Yani arınma, iyileşme aracı…

Anafikir: Her birey bu dünya sahnesinde vicdanından neşet eden senaryoyu en güzel şekilde oynamaya bakmalı.. Bundan ötesi gölgeyi kumla örtmek gibi bir saçmalıktır.

Evrende, doğada her şey yerli yerincedir.

Önemli olan “göz odur ki doğru göre, yol odur ki doğru vara..”

Hiç kimse hiç kimsenin mutlak rehberi olamaz.

Her birey sadece kendine güvenip kendi olmağa bakmalı.. Ben, sen, o.. Herkes kendi özgün bileşimin bir sonucudur..Her birey kendi özgün sınırlarını bilerek yaşamalı.. Gerçekten bilenler, bilerek yani duyumsayarak yaşayanlar, gerçekten yaşaynalardır… Onun için bu dünyada en güzel şey, haddini bilerek yaşamaktır.. İşte o zaman, özgürlüğün de emeğin de ve barışın da  tadına doyum olmaz..  İşte o zaman, kişi kendine, kişiler birbirlerine birer cennet olur…

*

ekmel-ali-okurhepsi10numaracom

*

Ekmel Ali Okur

e.aliokur@hotmail.com

www.hepsi10numara.com

Bir önceki yazımız olan İdam Edilen 10 Müslüman Alim başlıklı makalemizde din, dindar kadınlar ve dini sorular hakkında bilgiler verilmektedir.

Share

One thought on “Yaratılışı Anlamanın 10 Yolu

  1. Emeğinize sağlık o kadar beni alıp götürdü ki çıktısını almadan beğenmeden kapatamadım..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir