Ağlıyordu şair. Ağladığı için şairdi, âşık olduğu için ağlamaklı. Gözyaşı kadar anlatamazdı hiçbir şey sevdayı. Ayrılık kadar hiçbir şey ağlatamazdı şâiri. Kimileri de sonsuzluk için ağlar. Onlar bilerek âşık olanlar sonsuza. Bahtiyar yürekliler… Kur’an’ın övdüğü şâirler onlar. Kimileri bilmeseler de yine “sonsuzluk” için ağlarlar. Maddeyi anlatsalar da, sonsuzluk sızar mısralarının arasından. Bilmeseler de söylerler. Görmeseler de gösterirler. Ben görenlerdendim ve başladım göstermeye:
İmkânsız bu sevda biliyorsun.
Bakışlarındaki aşk yetmez.
Ne de bal dudakların.
Beyaz teninde bile
Duramaz bu sonsuzluk
Ne desem yalan olur
Sen fânisin ben fâni
Ağır gelir O’nsuzluk
Fâni gölgeler… İnsanlar, hayvanlar, bitkiler, cansızlar… Onlara nasıl da bağlanıyoruz bütün yüreğimizle. Gölgeler dünyasında yaşıyoruz hepimiz. Gidici gölgeler… Gölgelerden başka gerçeklik olabileceğini düşünemiyoruz. Halbuki yansımalar kendi varlıklarından öte, güneşin varlığını göstermezler mi?
Kadına, paraya, mala, arabaya, yata, kata, hâsılı maddeye meftunuz. Onlarla tanıştığımızda öğreniyoruz iç yüzlerini. Onları tanıdığımızda anlıyoruz eksiklik ve kusurlarını. Maddenin her şey demek olmadığını acizliğimizi fark ettiğimizde anlıyoruz. Sonra da ya iğreniyoruz ya da eleştirmeye başlıyoruz. Ya da daha iyilerini arama yolculuğuna çıkıyoruz doyumsuzca. Halbuki bilmeliydik hepsinin zayıf birer gölge olduğunu.
O gölgelerde yansıyan güneşi bilmez ve tanımazsak eğer, elbette o yansımaları, bizatihi güneşin kendisi sanırız. Onlardaki kusurları görünce ise, başka güneşler aramaya başlarız. Kusursuz ve kalıcı güneşler… Fâni görünümlü Tanrılar… Afroditler… Zeuslar… Heraklitler… Halbuki onların hepsi gölge. O güzel gözler, o güzel yüzler, o güçlü kollar; Allah’ın Cemil, Basir, Hakim, Mülevvin, Musavvir, Kadir gibi isimlerinin yansıması.
Duran Amca’nın kullandığı Dil Altı Hapının farklı maddelerden oluşması gibi, o varlıklar da Ebedi Güneşin yansımalarından oluşuyorlar. Kendi başlarına var değiller. Varlıkları, o Güneşe bağlı. Cam parçalarında ve damlalarda yansıyan güneşleri görüp de, yükseklerdeki Güneşin kendisini görmemek ne vahim! Bediüzzaman gibi haykırmalıyız aslında hepimiz:
“Fânîyim, fânî olanı istemem; âcizim, âciz olanı istemem.
Ruhumu Rahmân’a teslim eyledim, gayrı istemem.
İsterim, fakat bir yâr-ı bâkî (sonsuz sevgili) isterim.
Zerreyim, fakat bir şems-i sermed (kalıcı güneş) isterim.
Hiç ender hiçim, fakat bu mevcûdâtı (varlıkları) umumen isterim.”
Allah’a inanmadan O’nu tanıyamayız. O’nu tanımadansa tam manasıyla sevemeyiz. Sevdik deriz de, önce futbolu severiz, parayı, arabamızı, eşimizi, çocuğumuz, evimizi ve partimizi severiz. Soranlar olursa, Allah’ı da sevdiğimizi söyleriz. Öylesine… Tuttuğumuz takım için, sevdamız için ya da oy verdiğimiz parti için yaptığımız fedakarlıkların hiçbirini yapamayız O’nun adına. Zikir edemeyiz, namaz kılamayız, zekat veremeyiz, oruç tutamayız, candan geçemeyiz… O’nu sadece sıkıntılı anlarımızda hatırlarız. Psikolojimiz düzelsin diye. Yine de severiz işte. Sevdiğimizi söyleriz.
Halbuki, O olmasaydı biz olamazdık. Varlığımız O’na bağlı. O olmasaydı eşimiz, çocuklarımız, paralarımız, çiçeklerimiz, meyvelerimiz olamazdı. Her varlığı var eden var edici O! Buna rağmen sevemiyoruz O’nu. Sevdiğimizi söylesek de gerektiği gibi sevemiyoruz. Çünkü O’nu tanımıyoruz. Taklidi bir imanla yaşayıp gidiyoruz. Halbuki her şey terk edip gidiyor bizi. Bir o terk etmiyor. Atan kalbimizde atıyor bizimle. Soluduğumuz nefesimizde gösteriyor kendini. Sevdiğimiz güzellerin güzellikleri de ondan, mükemmellikleri de. İçimizde, dışımızda, her yerde O…
Maaşı seviyoruz ve onun için çalışıyoruz. Çocuklarımızı seviyoruz, onlar için elimizden geleni yapıyoruz. Eğlenmeyi seviyoruz ve eğlenecek fırsatları her fırsatta gözlüyoruz. Halbuki en mutlu olunası, en keyif alınası hediye varlığımız. Peki varlığımız için kime teşekkür ettik? Varlığımızı var edeni yeterince sevebildik mi?
-Anne, diye bağırıyordu genç kız, anne neredesin?
Van depreminde sağ kalmayı başarabilen bir genç kızımızdı. Annesini seviyordu. Ona hayatından hayat vermiş annesini… Onu türlü yokluklar içinde okutmaya çalışan annesini. Anneleri kim sevmezdi ki? Sevdiklerimizi kaybetmek acıdır. Çünkü ayrılığın en sessizi ölümdür. Bir daha seslerini duyamayacağımızı, onları bu halleriyle göremeyeceğimizi düşünürüz. Hatıralar da acıtır canımızı. İşte bu derin acıları yaşıyordu Merve. Anneciğine sonsuz hayatta bir gün kavuşacak olduğunu bilse de, üzülüyordu. Bu insani bir özellikti. Peygamberimiz, oğlu İbrahim ve hanımı Hatice anamız vefat ettiğinde gözyaşlarına engel olabilmiş miydi? Evet, Merve üzülüyordu ama isyan etmiyordu.
Merve evin tek kızıydı. 3 de abisi vardı Merve’nin. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat fakültesinde okuyordu. Erciş’in bir dağ köyünde yaşayan ailesinden ayrıydı 2 yıldır. Üniversitede okuyan kız arkadaşlarıyla birlikte bir ev tutmuşlardı. Bu evde ciddi bir hasar yoktu ama yüreği hasarlıydı. Annesini köydeki kerpiç evlerinin altından bırakmıştı çünkü. Babaları henüz o 5 yaşlarındayken vefat etmişti. Kaçak olarak İran’a geçmek istemiş, bir mayına basarak ölmüştü. O günden beri annesi onlar için babalık da yapmıştı aynı zamanda. Pek çok işte çalışmış ve çocuklarına bakmıştı. Merve bunu unutamazdı hiçbir zaman.
Kur’an-ı Kerim’i de bırakmazdı elinden. Deprem bölgesindeki kurtarma çalışmalarına katıldığı sırada da bırakmamıştı zaten. Ancak onun nuruyla teselli olabiliyordu. Ancak Allah’ın Kelamıyla acılarını dindirebiliyordu. Bugünse yine okumaktaydı ilahi kelamı. Bir ayette takılıp kalmıştı. Defalarca tekrarladı ama yine de onun derinliklerinden çıkamadı:
“İman edenler Allah’ı her şeyden daha çok severler” (Bakara; 165)
Müthişti… “Her şey” denince akla gelmeyecek “hiçbir şey” yoktu. Kıyafetler, ayakkabılar, çantalar, evlatlar, eşler, katlar, arabalar, koltuklar, vitrinler… Hatta anneler ve babalar… Sahabelerin, Peygamberimize seslenişini hatırladı:
“Anamız babamız feda olsun sana yâ Resulallah!”
Çünkü Peygamberimiz de Allah’ın sevgilisiydi. O, Allah’a en fazla muhabbet eden insandı. Son nefesinde bile:
“En Yüce Dosta kavuşmayı, yani Sana kavuşmayı istiyorum!” dememiş miydi? Annesini babasını özleyip de feryâd eden bir çocuk gibi gözyaşları içinde sayıklamıştı:
“Allahumme Refik’el âlâ” “Allâhumme Refik’el âlâ”
Biz kim bilir son nefesimizde neleri sayıklayacağız? diye düşündü.
“Para, mal, mülk, nefret ve şehvet sayıklamalarıyla yaşarsak, elbette öyle göçeriz Sonsuzluğa… Ama “muhabbetullah” yani “Allah’ın sevgisiyle” yaşarsak bizler de kavuşuruz sevdiğimiz o Yüce Dosta…”
Şimdi, evin mescit olarak kullanılan salonunda oturuyorlardı. Arkadaşları ise onun yüksek sesli düşüncelerini dinliyorlardı. Anlatmaya devam etti:
– “Kişi sevdiğiyle beraberdir” dememiş miydi Peygamberimiz? Evet, hepimizin sevdiği pek çok şey var dünyada. Ama bütün her şeyden çok sevmeliyiz Allah’ı ve Peygamberini. Sonra elinde tuttuğu Kur’an-ı Kerim’den bir ayet meali daha okudu:
“De ki; Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin” Al-i İmran 31
– Demek ki Allah’ı seviyorsak, O’nun sevgilisi olan Hz. Muhammed’e benzemeye çalışmalıyız. İstesek de Allah’a benzeyemeyiz. Çünkü o sonsuz. O ise bize, bizim cinsimizden bir ayna gönderdi. O’nun bütün isimlerini yansıtan bir ayna. O aynada önce kendimizi sonra da Rabbimizin muhabbetini görmemiz gerekiyor. Çünkü Muhabbet kâinatın yaratılış sebebidir. Allah kâinatı kendisini ve sanatını sevdiği için yarattı. Çünkü her sanatkâr, güzel sanatını seyretmek ya da başkalarına seyrettirmek ister. Her güzel, güzelliğinin farkedilmesinden mutluluk duyar. Allah da kendi cemalini-kemalini varlık aynalarında görmek ve de şuur sahibi varlıklarına sanatlarını seyrettirmek için kâinatı yarattı. O şuur sahibi varlıklar yâni insanlar, O’nun güzel sanat eserlerini hem kendilerinde hem de afakta görecekler, o Sanatkâra inanacak, O’nu tanıyacak ve O’nu seveceklerdi. İnsanın yaratılması Muhabbet içindi. Çünkü karşılıksız Aşkın bir anlamı olamazdı. Allah sevmek istiyorsa, elbette sevilmek de isteyecekti.
Merve’yi dinlemekte olan arkadaşlarından Hafsa söze girdi:
-Hem zaten Allah’ın isimleri de O’nun sevmek ve sevilmek istediğini gösteriyor. Vedud, Habib, Mahbub gibi isimleri, O’nun hem sonsuz bir aşkla sevdiğini, hem de sonsuz bir aşkla karşılık görmeyi beklediğini gösteriyor. Düşünün, o cennet ve cehennem ikazlarını. Sonsuza kadar mutluluk ve sonsuza kadar azap ikilemi… En güzel şekilde yarattığı sevdikleri, yani insanlar da O’nun sevgisine karşılık gösterirlerse, O da onları Sonsuz bir Aşkla seviyor, onlara Sonsuz mükâfatlar veriyordu. Çünkü Sonsuzdur her özelliği. Herkes elindekine göre gösterir sevgisini. Padişah padişahça, köle de kulca sever ve sevgi bekler. Biz bile sevince nasıl abartıyoruz. Özdemir Asaf’ın fâni sevgilisi için yazdığı şu şiiri bir dinleyin:
Sen kocaman çöllerde,
Bir kalabalık gibisin
Kocaman denizlerde,
Ender balık gibisin
Bir ısıtır, üşütür
Bir ağlatır, güldürür,
Sen hem bir hastalık,
Hem de sağlık gibisin
-Nasıl da abarttıkça abartmış? Halbuki her insan gibi bir insandı sevdiği. Fani, ölümlü, kusurlu… Her yerde hazır ve nazır gibi anlatmış. Bir ilahe sanki, bir Tanrıça. Her yerde ve her olayda sevgilisini görüyor.
-Çok güzel örnekti Hafsa, Allah razı olsun. İstersen ben de Yunus’tan bir şiir okuyayım size, dedi. Bu teklif tebessümlerle karşılık bulunca okumaya başladı:
Sufilere sohbet gerek
Ahilere ahret gerek
Mecnunlara Leyla gerek
Bana seni gerek seni
Eğer beni öldüreler
Külüm göğe savuralar
Toprağım anda çağıra
Bana seni gerek seni
Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene Ver anları
Bana seni gerek seni
Yunus’dur benim adım
Gün geçtikçe artar odum
İki cihanda maksudum
Bana seni gerek seni
-İlk şiirde ancak Allah’a verilebilecek o sınırsız sevgi, fâni ve kusurlu sevgiliye verilmiş. Diğerinde ise Muhabbetullahın sınırsız basamaklarında yükseldikçe yükselmiş Yunus. İşte bizim hatamız bu. Allah’a vereceğimiz o sınırsız muhabbeti, fânilere verdiğimiz için üzülüyoruz. Üzülmekle kalmıyor, o sevdiklerimizi kaybedince bunalımlara, intiharlara sürükleniyoruz. Mesele şu: Onlar zaten fâniydiler ve biz bunu bile bile onlara bir nevi Sonsuzluk verdik. Suçlu biziz başkası değil. Halbuki bize verilen o “sevme” duygusunu doğru kullanabilir ve Yunus gibi “Bana seni gerek seni” diye haykırabilirdik. Onları seveceksek bile Yunus’un yaptığı gibi “Yaratan’dan ötürü” sevmeliydik, “Yaradan’ı unutup” değil. İşte bu sınırsız sevginin karşılığı ise Sonsuz Mükafat oluyor. Cennet oluyor, Rıza oluyor, Cemalullah oluyor.
-Gelinlik çağındaki bir kız bile, sevmediği ya da tanımadığı insana kendisini göstermek istemezken, Allah niye sevmediklerine ve tanımadıklarına göstersin güzelliklerini? Allah elbette herkese merhamet ediyor. Her yarattığına adaletle davranıyor. Ama O kendisini seveni seviyor, kendisini sevmeyeni de sevmiyor; kendisini tanıyanı tanıyor, tanımayanı da tanımıyor. Elbette bu dünyada, son nefeslerine kadar mühlet veriyor onlara da. Ama bu sevgisizliklerinde ısrar ederek öldüklerinde ise hüküm verilmiş oluyor:
“Onlar Allah’ı unuttu, Allah da onları unuttu” Tevbe 67
-Kendisini inkar edenleri, sözlerini dinlemeyip de zulmedenleri, güzelliklerini yokluğa verenleri o gün unutuyor Allah, sonsuza kadar hem de. Mükafatı Sonsuz olduğu gibi, cezası da Sonsuz, Sevgisi Sonsuz olduğu kadar, Gazabı da Sonsuz çünkü. Ama yine de o bizler ümit veriyor her defasında: “Rahmetim gazabımı geçti” diyor bir kudsi hadiste. Yani:
“Ben bu dünyada size yeterince bir ömür verdim. Akıl verdim, duygu verdim, izan verdim. Her türlü şekilde size varlığımı gösterdim, anlattım, açıkladım. Gece vakti gökyüzü tepsisinde yıldızları serdim önünüze. Her gün güneşi dolandırdım etrafınızda. Bulutlar, yağmurlar, ağaçlar, elleriniz, gözleriniz, kalbiniz, kulaklarınız… Bunların hepsini yanı başınıza koydum ki, beni görün! Peygamberler ve Kutsal Kitaplar gönderdim size. Her devirde o kutsal kitapları açıklayan pek çok alimi görevlendirdim. Gün geldi, benim verdiğim ilimle teknolojiniz gelişti. Ben de sizlere Televizyon’dan, cep telefonundan, internetten, radyodan seslendim. Hakkınızdaki rahmetim böylelikle gazabımı geçmiş oldu. Ama beni, yani benim özelliklerimi anlatan kullarımı dinlemediniz. Onlarla dalga geçtiniz. Onları hapislerde süründürdünüz. Ama onlar yine de size beddua etmedi. Beni yok kabul ettiniz. Ben yine de sizi yok etmiyorum. Cehennemde de olsa “varlığınız” devam edecek.”
Sehpa üzerine koyduğu diz üstü bilgisayara baktı Neslinur. Evde kalan kızlardan birisiydi o da. Güzel Sanatlar Fakültesinde “Tezhip” bölümünde okuyordu. Konuya o da müdahil olmak istedi:
-Ben de bir örnek verebilir miyim Merve kardeş? diye sordu.
-Elbette kardeşim, diyerek cevap verdi Merve. Neslinur devam etti:
– Sen internetten bahsetmiştin az önce. Ben de o sırada bağlandım internete. Allah bize hakikati duyurmadı diyenler olabilir. Ancak gerçekten de verdiğin örnekte olduğu gibi, Allah internette de duyuruyor varlığını, birliğini. Arama motoruna “muhabbetullah” diye yazdım. Karşıma www.sorularlaislamiyet.com sitesinin adresi çıktı. Bakın neler buldum orada:
“Muhabbetullah, Allah-ü Teâlâ’nın kemâl ve cemâlini idrak ve takdir oranında kalpte oluşan ilâhî bir nurdur. Bu muhabbet ile insan ruhu, kederlerden ve hüzünlerden kurtulur. Safî neşe ve huzura kavuşur. İnsan ruhunu erdeme ulaştıran sebeplerin en sağlamı, Allah sevgisidir.“
“İnsan bir şeyi ya ondaki kemâl, yahut ondan aldığı lezzet ve gördüğü menfaat için sever. Meselâ, bir Müslüman peygamberleri, evliyaları, irfan ve fazilet sahibi zâtları, onlardaki “kemalât-olgunluk-erdem” için sever. Kendisine ihsan eden kimseleri, onlardan gördüğü lütuf ve ikramları için sever. Yediği yemek ve meyveleri ise lezzetleri için sever. İnsan, aklen ve vicdanen bilir ki, kemâllerini takdir ettiği, ihsanlarından memnun olduğu ve lezzet aldığı bütün bu varlıklar Allah’ındır. Hepsini O yaratmıştır. Bunlarda tecelli eden bütün kemâl, cemâl ve ihsanlar, hep Ondan gelmektedir.”
“Biz Müslümanlar sonsuz ve şartsız olarak ancak Allah’ı severiz. Sonra Peygamberimiz (asm)’ı severiz. Ama, onu (asm.) -hâşâ- ilah gibi değil, Allah’ın kulu ve Resulü olarak severiz. Ondaki bütün kemalâtın kendi zâtından değil, Allah’tan olduğuna iman ederiz. Onun (asv), Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının tecellisine en geniş bir ayna olduğunu bilir ve bu itibarla kendisini canımızdan, malımızdan ve akrabalarımızdan, kısaca her şeyimizden daha çok severiz.”
– Allah sevgisi ile ilgili daha pek çok güzel ifade var bu sitede. Bu demektir ki Allah internette bile duyuruyor varlığını. Çünkü insanların kendisini sevmesini istiyor. Sevip de kendisine ibadet etmelerini istiyor. Çünkü onları seviyor ve kullarının kurtulmalarını istiyor. Bu arada yeri gelmişken şunu da söylemek istiyorum. Peygamberimiz Allah’ın muhabbetinin sembolleşmiş şeklidir. Şu mısralar veciz bir şekilde özetliyor durumu:
Muhabbet’ten Muhammed oldu hasıl
Muhammedsiz muhabbetten ne hasıl?
-Yani Allah ezelde gizli bir hazineydi. Güzelliklerinin keşfedilmesini ve sevilmeyi diledi önce. Sonra da kâinatı yarattı güzelliklerini göstermek için. Yarattığını sevdi ve yarattıklarınca sevilmek istedi. Yarattıklarına imam olacak, kâinatın bütün unsurlarından parçalar taşıyan şuurlu bir varlığı, yani insanı yarattı. İşte bu “ahsen-i takvim” diye anılan en güzel makamdı. Kâinatın şuurlu bir parçası ve de en mükemmel meyvesi olan insan, bu haliyle bütün kâinatın da konuşan dili, gören gözü, işiten kulağı, düşünen beyni oldu. Kainatın bilinçli olarak gerçekleştiremediği “iman-ı billah”, “marifet’ullah” ve “muhabbetullah” vazifeleri insanın omuzlarındaydı şimdi. Kainat namına bütün bunları insan gerçekleştirecekti. Hatta kıldığımız namazdaki hareketler bile kâinatın çeşitli katmanlarında şuursuzca gerçekleştirilen ibadetlerin şuurluca sunulan birer temsiliydi. Günde 40 kere okuduğumuz Fatiha suresinde bile, tüm kâinat namına sesleniyorduk Rabbimize. Çünkü bizler “halife”ydik.
-“Biz yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz” diye sesleniyorduk günde kırk defa. Adeta şuursuz kâinatın şuuru olmuştuk. Teşehhüdde okuduğumuz Tahiyyat suresi de aynı hakikate işaret ediyordu. Peygamberimiz, insanlık, canlılar ve bütün kâinat namına seslendi Rabbine:
„Bütün dualar, senâlar, malî ve bedenî ibâdetler, mülk ve azamet sadece Allah’a mahsustur“
–Evet kâinatın meyvesi insandı ama insanlığın meyvesi de Hz. Muhammed (SAV)’di. Çünkü Allah’ı bütün şuurlular arasında en çok o sevmişti. Bu nedenle de en çok o sevilmişti. Allah’a duyduğu aşkı ve sevgisi sayesinde insanlığın meyvesi olmaya layık görülmüştü. Nasıl ki insan kâinatı temsil ediyordu, Hz. Muhammed’de tüm kâinatla birlikte insanlık alemini de temsil ediyordu. İnsanlara en tehlikesiz, en kestirme muhabbet yollarını o öğretmişti. Allah’ın muhabbetini kazanmak için kimi Hintli rahipler gibi kendimize zulmetmemize gerek yoktu. Ondan bunu öğrenmiştik. Allah’a muhabbet, herkes uykusundayken kalkıp da O’nun için göz yaşı dökebilmekti. Peygamberimizden bunu da öğrenmiştik. Muhabbet, Allah için gerektiğinde candan, canandan vaz geçmekti. Ondan bütün bu sevme yollarını öğrenmiştik.
-Hz. Muhammed, insanlara sevmeyi öğretmek için gönderilmişti kısaca. Yoksulu, köleyi, kız çocuğunu, kadını, güzel kokuyu, ibadeti, iyiliği, merhameti, adaleti ve Allah’ı sevmeyi öğretmek için… Şu hadisiyle özetliyordu sevginin sınırlarını:
“Allah’ım, senden senin sevgini ve seni sevenleri sevmeyi ve senin sevgine beni ulaştıracak amelleri dilerim. Allah’ım, senin sevgini, nefsimden çoluk çocuğumdan ve soğuk sudan daha sevgili kıl.”
“İman edenler Allah’ı her şeyden daha çok severler”
(Bakara; 165)
*
Oğuz Düzgün
Kabirden Gelen Mektuplar
Bir önceki yazımız olan Allah'ı (c.c) Bilmenin 10 Yolu başlıklı makalemizde allah ve islam, allahı bilmek ve allahı tanıtmak hakkında bilgiler verilmektedir.