Üç aydır düzenli suladığım saksıdaki gülüm nihayet ilk tomurcuğunu bugün verdi. Sabahın ilk ışıkları ile âdeta çabalarımın müjdesi olarak göz göze geldiğimizde tarifsiz bir mutluluk ile gidip minnacık çiçeği incitmemeye gayret ederek sevdim, öptüm, kokladım. Yemyeşil bir koku dolsa da burnuma, biliyorum çok yakında mis gibi kokusuyla sabahlarımın güzelleyicisi olacak.
Sonra telefonumun o gıcık olduğum bip sesi kulağımın dibinde bitiverdi. Klasik banka mesajları, üye olduğum alışveriş sitelerinin günün bilmem ne kampanyası diye gelen mesajlarından biri zannıyla telefona yaklaşmadım bile. Ama içim gıdıklayıcı bir merakla dolunca el mecbur gidip tuşlara şifreyi girip mesajları açtım:
– İhsan dede vefat etti. Öğle namazında köyün mezarlığına defnedilecek.
Buna teknolojinin nimeti mi külfeti mi demek lazım bilmiyorum, ama İhsan dede ölmüştü sonuçta. Akıllı telefonlar bize her haber getiriyorlar, ama bizim hissimize karşılık verecek bir teknolojileri yok sonuçta. Donuk, hissiz, hüzünsüz.
İki saatlik yolculuk için hazırlanmalıydım. Keyifsiz bir şekilde işe haber verdim. Giyinip arabama atlayıp yola koyuldum.
Yıllardır geçmediğim yollar yemyeşil, trafik hep bir yere telaşı işe bastırıp gidenlerle doluydu. Otobana kadar dişimiz sıkabilirsem rahat edecektim elbet. Öyle de oldu. Bir yandan hayat yolunu düşünüp bir taraftan İhsan dedenin yolculuğunun bitişine doğru arabayı sürdüm.
Güzel adamdı İhsan dede. Lakabı ateş olsa da ben su kadar yumuşaklığından, naifliğinden başka bir davranışını görmedim. Gençlik günlerinde ormanlarda odun yapıp
, İstanbul’a getirip satmasının telaşından olsa gerek üzerine bir ateşlik yapışmıştı. Yıllar önce de eşini kaybedince kendi yalnız dünyasında sessiz sakin yaşamaya başlamıştı. Ara sıra çocuklarına gelip gitse de çoğunlukla köyünde yaşamıştı.
Ta ki, ömrünün son iki üç yılında Alzheimer hastalığının pençesine düşmüştü. O uzun yılların, acıların, koşuşturmaların kendini unutturmak istemesinden mi bilinmez, kimseyi tanımamaya ve sadece çoktan küllenmiş geçmişinin hatıralarında yaşamaya başlamıştı.
Son kez aradığımda hastanede küçük teyzeyle birlikteydi. Dede nasılsın, dediğimde buz gibi bir sesle kimsin dediği anda aramızdaki sevgi dolu bağ bir odunla kesilip parçalanmış gibi oldu. Şaşırdım. Sonra teyzeyle konuşup durumu biraz anlayınca yaşanan güzellikleri yüreğime sıkıca sarıp İhsan dedenin hatıralarından kendimi yolcu ettim.
Yolcu deyince,e yol bitmek üzereydi. Köye gelirken elinde bavulu, oldukça şuh giyimli bir abla kendi kendine konuşarak ilçeye doğru yürüyordu. Sıcakta o bavulla yürümesi garipti, geçen dolmuşa bile et etmemişti. Kimbilir neye kızmış, kime kızmış, bir şehri terk edercesine hışımla yürüyordu sadece.
Nihayet yol bitmiş, tam ezan vakti caminin önüne park etmiştim. Bir süredir görüşmediği eş dost ahbap ile selamlaşıp başın sağolsunlarla mukabelede bulunurken İhsan dedenin tek oğlu Hüseyin abi de ağlamaklı gözlerle ortaya çıktı. Sarıldık. Söz yoktu, başımız sağ olsundan başka. Ölüm karşısında sözlüklerin tüm kelimeleri hükümsüz kalıyormuş, bir daha anladım.
Namazını kıldık, iyi bir insan olduğuna şahitlik ettik, hakkımızı helal eyleyip mezarlığın yolunu tuttuk. Beyaz kefeninde öylece yatıp sessizce bize eşlik etti İhsan dede. Mezara indirirken başından tuttum. Bir zamanlar ateşler çakan beyni durmuş, dudakları susmuş, gözleri kapanmıştı. Ölmüştü. Hüseyin abi mezarının üzerine suyu dökünce artık İhsan dede kendi denizini bulmuştu.
Evinin önünden geçerken bahçede o büyük kiraz ağacına baktım. Kimseye dallarını kestirmediği için iyice dallanıp budaklanan ağacı o camiye gittiğinde budamıştım kendinden habersiz. Belki de eşinden hatıraları vardı dallarında. Belki çocukluğunun. Kızmamıştı.
Onda kaldığım günlerde her sabah erkenden kalkar, o civarın meşhur sucuğundan alıp getirirdi. Sevdiğimizi bilirdi. Bir de akşamları sobasında bize közde patates yapardı. O güzel kokuyu sanki bize patates yapmışçasına içime çektim. Bir daha yapamayacaktı, ama her soba bundan böyle bana onu hatırlatacaktı.
Geri dönerken, sabah doğan gülümün gün sonlanmadan İhsan dedenin ölümüyle bağını düşünüp durdum. Hayata yaşamaya mı geliyoruz yoksa ölmeye mi? Gül de bir gün ölecek. O zamana kadar onunla patates közleyemezdim, ama onunla bol bol güzel kokulu hatıralar biriktirebilirdim.
Tam kasabayı geçerken yoldaki bavullu kadını gördüm. Yolun kenarında meyve satan bir amcayla hararetli bir şekilde alacağı kavun için pazarlık yapıyordu. Hayat devam ediyordu işte. Şehri de terk etsek yaşamayı da, geride bıraktığımız koca dünyada bitmez tükenmek bir telaş var. Ateş niyetine başlanan su niyetine sonlanan…
*
Adem Özbay
Kevakib isimli kitabından…
Bir önceki yazımız olan Kendine İyi Davranabilmenin 10 Yolu başlıklı makalemizde adem özbay, kendine güven ve özgüven hakkında bilgiler verilmektedir.