Dünya edebiyatının dev yazarlarını ne kadar tanıyorsunuz? Belki de daha onlarla tanışmadınız. O zaman sizin için bu büyük yazarların kitaplarından sıradışı metinleri paylaşıyoruz. Eminiz ki siz de okuyunca, bu yazarları daha yakından tanımak ve kitaplarını okumak için can atacaksınız.
Her yazar, her kitap güzeldir. Ama bazı yazarlar ve bazı kitaplar daha da güzeldir.
İşte dünya edebiyatından sıradışı, sarsıcı yazarlarından 10 alıntı:
Charles Bukowski, Hollywood
“Kalkıp başka bir odaya geçiyoruz. Tab Jones orada. Şarkı söylüyor. Gömleğinin üst düğmeleri açık, kıllı göğsü görünüyor. Kılları terlemiş. Terli kılların üstüne gümüş büyük bir haç takmış. Ağzı, açılmış bir hamurun ortasında oluşan korkunç bir deliği andırıyor. Daracık bir pantolon giymiş, üstüne de bir dildo kuşanmış. Taşaklarını sıvazlayarak, kadınlara yapabileceği müthiş şeylere dair bir şarkı söylüyor. Gerçekten kötü söylüyor, korkunç demek istiyorum. Hep kadınlara neler yapabileceğine dair, ama sahtekarın teki o, aslında dilini bir erkeğin kıç deliğine sokmak istiyor. Onu dinlerken kusacak gibi oluyorum. İyi de para ödemişiz girmek için. Kabus izlemek için para ödemişsen tam bir ahmaksın. Kim bu Tab Jones? Dildo kuşanıp taşaklarını sıvazlasın, gümüş haçı parıldasın diye binlerce dolar veriyorlar bu adama. İyi insanlar sokaklarda açlıktan ölüyor ve bu GERİ ZEKALIYA, TAPIYORLAR! Kadınlar çığlık atıyorlar. Onun gerçek olduğunu sanıyorlar. Rüyalarında bok yalayan karton adam. “Jon” diyorum, “lütfen çıkalım, aklım benden kaçıyor, hakarete uğradım ve kucağıma kusmak üzereyim!” “Bekle,” diyor, “belki düzelir herif.” Düzelmiyor, giderek daha iğrenç bir hal alıyor, sesi yükseliyor, gömleği biraz daha açılıyor, göbek deliği görünüyor. Yanımda oturan kadın inleyip elini donundan içeri sokuyor. “Madam,” diye soruyorum, “bir şey mi kaybettiniz?” Adamın göbek deliği ölü bir gözü çağrıştırıyor, kirli. Kuşlar bile oraya pislemeye tenezzül etmez. Sonra bu Tab Jones dönüp kıçını gösteriyor bize. Canım çektiği zaman kıç görebilirim, nerde istersem, ama öyle bir isteğim yok, burda şişman, yumuşak, çirkin bir kıç görmek için PARA ödemem gerekiyor. Kötü zamanların oldu biliyor musun, polis tarafından dövüldüm mesela, nedensiz. Bir hiç için. O zaman bile bu iğrenç kıça bakarken hissettiğim kadar kötü hissetmedim kendimi. “Jon” dedim, “gidelim, yoksa ömrüm tükenecek.”
**
Jon, “Böylece rulet masasına döndük,” dedi.
“Evet,” dedi François, “beş bin dolar öndeyim ve ölü bir dildonun şarkı söylemesini izlemeye gittik.” Konsantrasyonum bozulmuştu. Kim bu Tab Jones? Ondan üstün adamların martı gübresi topladıklarını gördüm. Nerdeyim! Çark dönüyor ve yabancılaşmışım. Tarantula fıçısına atılmış bir bebekten farkım yok. Nedir bu sayılar? Bu renkler ne? Minik beyaz top sıçrıyor ve kalbime gömüyor kendini, içerden kemiriyor. Hiç şansım yok. Konsantrasyonum bozulmuş. Kafamın içinde dildolar resmi geçit yaparken geri zekalılar alkışlıyor. Başım dönüyor. Bir avuç fiş alıp ileri atılıyorum. Kafatasım bir tabutun içine girmiş sanki. Kim bu Tab Jones? Kaybediyorum. Nerede olduğumu bilmiyorum. Konsantrasyonun bozulup, düşmeye başladın mı, geriye dönüş yoktur. Hiç şansımın kalmadığını idrak edince fişleri rasgele yerleştirmeye başladım. Bedenim ve beynim düşmanımın eline geçmişti sanki, bütün yanlış hamleleri yaptım. Sonum gelmişti. Neden? ÇÜNKÜ TAB JONES’U GÖRMEMİZ GEREKMİŞTİ.”
Kaynak: Yapı Kredi Yayınları, 2.Basım, Çv. Avi Pardo, sf.17-18
Georges Simenon, Yaşamak Hırsı
“Akşamın sekizinde daha Kees Popingo’nin kaderi tespit edilmemişti. Demek daha vakit vardı. Vakit vakit diyoruz ama ne vakti, hangi vakit? Yani şimdiye kadar yapmış olduğu şeyleri yapmayacak mıydı, şimdiden sonra sanki? Yüzlerce, binlerce gün, ötekinden hemen hiç farklı olmayarak geçmeyecek miydi sanki?
Şimdi ona hayatının birdenbire değişeceğini, konsolun üstünde bir eli sandalyenin arkalığına dayalı, ailesinin tam ortasında yer almış resminin, bütün dünya gazetelerinde basılacağını söyleselerdi, güler, omuzlarını silker, geçerdi.”
Kaynak: Bilgi Yayınevi, 2.Basım, İstanbul 1982,s.7, Çv. Sait Faik Abasıyanık
Boris Vian, L’herbe Rouge (Kırmızı Ot)
“Onaltı dümen ve sürekli erdemlilik yılı. Onaltı sıkıntılı yıl geride ne kaldı? Yalıtılmış, ufak görüntüler. Yeni kitapların kokuları, bir ekim resmini yaptığımız yapraklar, uygulamalı çalışmalarda kesilmiş kurbağanın formol kokulu iğrenç karnı, tatile çıkacakları için öğretmenlerin de insan olduklarının fark edildiği ve sınıfın daha tenha olduğu senenin son günleri. Artık sebebini bilmediğimiz tüm o büyük korkular, sınav akşamları. Düzenli bir alışkanlık. Bununla sınırlıydı. Artık biliyor musunuz Bay Brul, çocuklara onaltı yıl süren düzenli bir alışkanlığı dayatmak alçaklık? Zaman bozuldu, Bay Brul. Gerçek zaman, eşit saatlere bölünmüş ve mekanik değildir. Gerçek zaman özneldir. İçinde taşırsın. Her sabah saat yedide kalkın. Öğlen yemek yeyip, dokuzda yatın. Asla kendinize ait bir geceniz olmaz. Denizin alçalmayı bırakıp durduğu bir an, tekrar yükselmeden önce gecenin ve gündüzün birbirine karışıp eridiği ve nehirlerin okyanusla karşılaşmalarındakine benzeyen bir coşku seti oluşturduğu, dingin bir zamanın varolduğunu asla bilemezsiniz. Onaltı yıl gecelerimi çaldılar, Bay Brul. Beşinci sınıfta, altıncı sınıfa geçmemin tek ilerleyişim olması gerektiğine inandırdılar beni. Son sınıfta bitirme sınavını vermem gerekiyordu. Ardından bir diploma. Evet bir amacım olduğunu sanıyordum Bay Brul. Ama hiçbir şeyim yoktu. Başlangıcı ve sonu olmayan koridorda, bir embesiller römorkunda, diğer embesilleri izleyerek ilerliyordum. Hayatımızı diplomalarla geçiştiriyoruz. Aynı zorlanmadan yutturmak için kapsüllerin içine acı tozlar konması gibi. Görüyor musunuz Bay Brul, hayatın gerçek tadını sevebilirmişim bunu şimdi anlıyorum.”
Kaynak: Altıkırkbeş Yayınları, Temmuz 1994, 1.Basım, Çeviren Ayça Sezen, sf.94
Samuel Beckett, Malone Ölüyor (Malone Meurt)
Bir şeyler değişmiş olmalı. Artıların, eksilerin toplamını yapmak istemiyorum artık. Kayıtsız ve devinimsiz olacağım. Bunu yapmakta zorlanmayacağım. Sıçramamam gerekiyor yalnızca. Ama daha az sıçrıyorum buraya geldiğimden bu yana. Kuşkusuz hâlâ sabırsızca hareketlerde bulunuyorum. Kaçınmam gerekiyor bunlardan, iki üç hafta boyunca. Abartıya kaçmamalı, gülüp ağlamalarımda ölçülü kalarak, kendimi kaybetmemeliyim. Evet, sonunda doğal olacak, daha çok acı çekeceğim, sonra azalacak acılarım, bundan bir sonuç çıkarmayacağım, kendimi daha az dinleyeceğim, ne sıcak ne de soğuk olacağım, ılık olacağım, ılık öleceğim, coşkudan uzak. Ölürken izlemeyeceğim kendimi, her şeyi bozabilir bu. Kendimi yaşarken izledim mi? Yakındım mı hiç? Öyleyse neden seviniyorum şimdi. İster istemez hoşnutum durumumdan ama öyle el çırpacak kadar da değil hoşnutluğum. Hep hoşnuttum durumumdan, alacağımın ödeceğini bildiğim için. İşte eski borçlum da yanımda şimdi. Boynuna sarılmak için bir neden mi bu? Soruları yanıtlamayacağım artık. Kendime başka soru da sormamaya çalışacağım. Beni görebilecekler, artık yeryüzünde görmeyecekler. Bu arada kendime öyküler anlatacağım, becerebilirsem. Eski öykülerin benzeri olmayacak bunlar, işte böyle. Güzel de olmayacak bu öyküler, çirkin de, gösterişsiz olacaklar, çirkinlik de güzellik de heyecan da taşımayacaklar artık, bu öykünün anlatıcısı gibi yaşamdan yoksun olacaklar. Ne dedim ben? Önemi yok bunun. Bana büyük haz vereceklerini umuyorum bu öykülerin, belli bir haz vereceğini. Haz duyuyorum. İşte bu, yeterince şeye sahibim, alacağım ödeniyor, hiçbir şeye gereksinimim yok. Bu arada şunu söylememe izin verin, hiç kimseyi bağışlamıyorum. Onların hepsine rezil bir yaşam, sonra da cehennem ateşi ve dondurucu soğuklar diliyorum, bir de geleceğin iğrenç kuşakları arasında saygın bir ad. Bu akşamlık bu kadar.
Kaynak: Ayrıntı Yayınları, 1.Basım, Mayıs 1997, Çv. Uğur Ün. sf.186
Robert Musil, Niteliksiz Adam II.
Bu doğrultuda olmak üzere, bilmek, yabancı bir şeyi kendine mal etmekten başka bir şey değildir, insan, o şeyi bir hayvan gibi öldürür, parçalar ve sindirir. İnanç, artık değiştirilmesi mümkün olmayan, donmuş ilişkidir. Araştırma, sabitleme ile eş anlamlıdır. Karakter, kendini değiştirme tembelliğidir. Bir insanı tanımak, ondan artık nerdeyse hiç etkilenmemektir. Anlayış, bir tür bakıştır. Hakikat, nesnel ve gayri ihtiyari düşünmeye yönelik başarılı girişimdir. (sf.283)
Ulrich, bu tutumu çok iyi tanıyordu. Bu noktada belki de ruhçuluğa karşı bir teşekkür borcunu yerine getirmek gerekiyordu; çünkü ruhçuluk, ölmüş kadın aşçıların öbür dünyadan verdikleri raporları hatırlatır ve komik bir şekilde, Tanrıyı olmasa bile en azından ruhları, karanlıkta insanın boğazından soğuk bir yemekmişçesine kaşıklamaya yönelik kaba metafizik ihtiyacı doyurmak peşindeydi. Eski zamanlarda Tanrı ya da onun yoldaşlarıyla kişisel bir temas kurmaya yönelik olan ve söylendiğine göre bir tür esrikliği andıran bu ihtiyaç, zarif ve kısmen de hayranlık verici şekillenmesine rağmen yine de yeryüzündeki kaba tutum ile, son derece alışılmadık nitelikte ve belirlenebilmesi olanaksız bir sezgi durumunun yaşantılarının birbirine karışmasını temsil ediyordu. Metafizik olan, bu durumun içine yerleştirilmiş fiziksellikti, dünyevi isteklerin bir yansımasıydı, çünkü insan ona baktığında, yaşanılan zamanın ürünü olan tasarımların insanda görebileceği beklentisini çok canlı bir biçimde uyandırdıkları ne ise, onu görüyordu. Ama öte yandan özellikle zekanın tasarımları, zamanla değişir ve inandırılıcığını kaybeder; bugün birisi kalkıp Tanrının kendisiyle konuştuğunu, onu şakacı bir tavırla saçlarından yakalayıp kendi katına çektiği veya nasıl olduğu tam anlaşılamayan, fakat çok tatlı bir şekilde onun göğsüne süzülüverdiğini anlatmak isteyecek olsa, içinde yaşantılarını dile getirdiği bu tasarımlara hiç kimse inanmazdı ve inanmayanların başına da doğal olarak Tanrının resmi hizmetkarları gelirdi; çünkü aklı temel alan bir çağın çocukları olarak bunlar, histerik yandaşlarınca gerçek yüzlerinin sergilenmesi ihtimali karşısında çok insani denilebilecek bir korku duyarlar. Bunun sonucunda insanın gerek ortaçağda gerekse antikçağ putperestliğinde örnekleri çok ve açıkça mevcut bulunan yaşantıları hayal ürünü ve hastalık belirtileri saymak zorunluluğuyla karşılaşması, ya da bunların şimdiye kadar içine dahil edildikleri mistik bağlantıdan farklı bir şey içerdiği ihtimalini hesaba katmasıdır; bu noktada, salt bir yaşantı çekirdeğinin varlığı söz konusudur; bu çekirdeğin katı deneyim ilkelerine göre de inandırıcı olması gerekecektir; böyle bir durumda da söz konusu çekirdek, bundan üst dünyaya ait ilişkilerimiz konusunda ne gibi sonuçlar çıkarilabileceği şeklinde ikinci soruya gelinmezden çok önce, doğal olarak çok önemli bir mesele niteliği kazanacaktır. Ve teolojik aklın düzenine yerleştirilmiş olan inanç, her alanda bugün egemen olan aklın kuşkularını ve çelişkileriyle amansız bir savaş vermek durumunda kalırken, göründüğü kadarıyla mistik kavrayışın çıplak, geleneksel bütün kavramsal inanç kabuklarından soyulmuş, eski dini tasarımlardan çözülmüş, belki de artık sadece dinsel diye adlandırılması neredeyse imkansız temel yaşantısı gerçekten de çok yaygınlaşmıştır ve bu yaşantı, gündüz vakti yolunu kaybetmiş olan bir gece kuşu gibi zamanımızda bir hayaletin kanat çırpışlarıyla dolanıp durmaktadır. (sf.278 – 279)
Kaynak: Yapı Kredi Yayınları, 3. Baskı, Eylül 2009 İstanbul, Çv. Ahmet Celal.
Marcel Proust, Yakalanan Zaman (Kayıp Zamanın İzinde)
(…) Nankörlükle suçlanmamak için, insanların bana göstermiş olabileceği nezaketin altında kalmamaya, her zamanki nezaketimle karşılık vermeye çalışıyordum. Can çekişen varlığıma hayatın insanüstü yorgunluklarını dayatmak beni tüketiyordu. Hafıza kaybı, mecburiyetlerimde boşluklar yaratmak suretiyle bana biraz yardımcı oluyordu; bu boşlukları eserim dolduruyordu.
Ölüm fikri benliğime tıpkı bir aşk gibi temelli yerleşti. Ölümü sevdiğimden değil, aksine ondan nefret ediyordum. Ama başlangıçta, tıpkı henüz aşık olmadığımız bir kadını düşünür gibi, muhtemelen ara sıra aklımdan geçen ölüm fikri şimdi beynimin en derindeki tabakasına tamamen yapışmış olduğundan, herhangi bir konuyla ilgilendiğimde, o konu önce ölüm fikrini aşıp geçmek zorundaydı; hatta hiçbir şeyle ilgilenmeyip mutlak bir dinlenme halinde olsam bile, ölüm fikri, benliğimin bilinci kadar kesintisiz biçiminde varlığını hissettiriyordu. Bir yarı ölü haline geldiğim gün, bilinçdışı da olsa, mantık yürüterek ölüm fikrine, neredeyse ölü olduğum fikrine varmama, bu hain belirtileri olan rahatsızlıkların, yani merdivenden inemeyeşimin, bir ismi hatırlayamayışımın, ayağa kal- kamayışımın yol açtığını sanmıyorum. Bence ölüm fikri belirtilerle aynı anda ortaya çıkmış, zihnin dev aynası, yeni bir gerçekliğe kaçınılmaz biçimde yansıtmıştı. Yine de, hissettiğim rahatsızlıklardan mutlak ölüme bir uyarı olmadan nasıl geçilebileceğini anlayamıyordum. Ama sonra başkalarını, her gün ölen, hastalıklarıyla ölümleri arasındaki boşluğu olağanüstü bulmadığımız onca insanı düşünüyordum. Hattâ öleceğime inandığım halde, tek tek ele alındıklarında bazı rahatsızlıkları ölümcül olarak algılamayışımı, (umudun yanıltıcılığından çok) sadece onları içerden görmeme bağlıyordum; aynı şekilde artık sonlarının geldiğine en çok kani olmuş insanlar bile, bazı kelimeleri telaffuz edemeyişlerinin katiyen bir inmeyle, afaziyle vs. ilgili olmayıp, dil yorgunluğundan, kekemeliğe benzer bir sinirsel durumdan, hazımsızlığı izleyen bitkinlikten kaynaklandığına kolaylıkla inanırlar.
Benim yazmam gereken şey, başka bir şeydi, daha uzun, birden fazla kişiye hitap edecek bir şeydi. Yazması uzun sürecekti. Gündüzleri, ancak uyumaya çalışabilirdim. Çalışmak, geceleri mümkün olabilirdi sadece. Ama çok fazla geceye ihtiyacım vardı, belki yüz, belki bin. (…)
İnsan sevdiği şeyi yeniden yaratmak için, Elstir’in Chardin’i reddettiği gibi, önce onu reddetmek zorundadır. Hiç şüphesiz, kitaplarım da bedensel varlığım gibi günün birinde mutlaka ölecekti. Ama ölüme razı olmak gerekir. Kendimizin on yıl sonra, kitaplarımızın da yüz yıl sonra var olmayacağını kabulleniriz. Ebedi hayat insanlara da, eserlere de bahşedilmemiştir.
Kaynak: Yapı Kredi Yayınları, 2.Baskı, İstanbul 2002, Çv. Roza Hakmen, sf. 349-350-351
Simone De Beauvoir, Sessiz Bir Ölüm
Ben her şeye açık, özgür bir çocuktum; sonra sonra, büyüklere bakmış, her birinin özel küçük duvarları arasında kapanarak yaşadığını görmüştüm; annem ara sıra bu duvarda bir gedik açıyor, sonra hemen kapatıyordu onu. Kendine önemli bir eda vererek: ”Kadıncağız bana sırlarını açtı,” diye fısıldıyordu. Ya da dışarıdan, o duvarlarda bir çatlaklığın farkına varılıyordu: ”Her şeyi gizli tutmaya pek meraklıdır; hiçbir şey söylememişti bana, ama anlaşıldığına göre …” İtiraflarladedikodularda beni iğrendiren bir kaçaklık, bir gizlilik vardı; kendi duvarlarımın gediksiz olmasını istedim. Özellikle anneme bir şey açmamaya, sezdirmemeye özen gösteriyordum, şaşkınlığa düşmesinden korkuyordum, bana kınar gibi bakacağı düşüncesi beni yıldırıyordur. Kısa zaman sonra annem bana artık bir şey sormaz oldu. İnansızlığım üzerine yaptığımız kısa, çekişmeli konuşma ikimizin de oldukça büyük bir çaba göstermemizi gerektirdi. Gözyaşları yüreğime dokundu. Ama, içimde olup bitenleri pek düşünmediğini, kendi başarısızlığına ağlamakta olduğunu çabuk kavradım. Dostluk yerine yılgıyı yeğ tutmakla beni büsbütün ürkekleştirdi. Herkesin, ruhum için dua etmesini isteyecek yerde bana biraz güven, biraz yakınlık göstermiş olsaydı, anlaşmamız gene de mümkün olabilirdi. Bunu yapmasını önleyen neydi, biliyorum şimdi. Çok öcü ardı alınacak, çok yarası vardı sarılacak.. Kendini kolay kolay başkasının yerine koyamaz, dünyaya başkasının gözüyle bakamazdı. Yaptığı işlerde, eylemlerinde, özveriyle davranıyordu ama heyecanları kendi çerçevesinden çıkmasına meydan vermiyordu. Hem kendi gönlünde olup biteni görmekten kaçındığına göre beni anlamaya çalışması düşünülebilir miydi? Birliğimizi bozmayacak bir davranış türetmeye gelince, yaşayışında kendisini böyle bir işe hazırlayacak bir şey olmamıştı; beklenmedik olaylar onu şaşkınlıktan yılgınlığa çeviriyordu; çünkü ancak hazır birtakım çerçeveler içerisinde düşünmeye, davranmaya, duymaya alıştırılmıştı.
Günün birinde bana: ”Analar babalar, çocuklarını anlıyorlar.” dedi, ”ama bu karşılıklı oluyor…” Bu yanlış anlaşılmalar üzerine konuştuk ama genel görünümleri üzerinde durduk ancak. Bir daha da bu konuya hiç dönmedik. Kapısını çalardım. Hafifçe sızlandığını, döşeme tahtaları üzerinde terliklerini sürüdüğünü, sonra, iç çekişini işitirdim; bu kez, konuşabileceğimi birtakım konular bulacağıma, bir anlaşma alanı yaratacağıma söz verirdim kendi kendime. Ama daha beş dakika geçmedeni gene yenilmiş olurdum: Ortaklaşa ilgilerimiz o kadar azdı ki. Kitaplarını karıştırırdım: Aynı kitapları okumuyorduk. Onu konuştururdum, dinlerdim söylediklerini, yorumlardım. Ama, annem olduğu için, başka bir ağız söylese daha az dokunacak tatsız cümleleri, bana büsbütün tatsız geliyordu. Yirmi yaşındayken, alışageldiğim beceriksizliğime bir içli dışlılık havası yaratmaya kalktığı zamanlardaki kadar kasılıyordum gene. (”Biliyorum, aklımı beğenmezsin sen. Ama bu canlılığını da, iste isteme, benden almışsın; hoşuma gidiyor.” derdi.) Canlılıktan yana kendisine çektiğimi yürekten söyler, katılırdım bu sözlerine; ama cümlesinin başlangıcı hızımı kesiyordu. Öylelikle, birbirimizi karşılıklı olarak kötürümleştiriyorduk.
Kaynak: İmge Kitabevi, 2009, 4. Baskı (Çv. Bilge Karasu)
J.D.Salinger, The Catcher in The Rye
“Bak, ne diyor: “Olgunlaşmamış insanın özelliği, bir dava uğruna soylu bir biçimde ölmek istemesidir, olgun insanın özelliği ise bir dava uğruna gösterişsiz bir biçimde yaşamak istemesidir.”
Uzandı ve kâğıdı bana verdi. Alıp hemen okudum, ona teşekkür filan ettim ve kâğıdı cebime koydum. Böyle zahmetlere girecek kadar iyi bir insandı. Gerçekten iyiydi. Ama ne var ki, canım bu konulara dalmak istemiyordu artık. Vay canına, birden kendimi acayip yorgun hissettim.
“Peki; Bay Vinson’ları, bir kez, tüm bu Bay Vinson’ları atlattıktan sonra, gönlünde yatan türden bilgiye adım adım yaklaşmaya başlayacaksın; yani, istiyorsan, arıyorsan ve bekliyorsan onu. Diğer pek çok şeyin yanında, insanların davranışları karşısında aklı karışan, korkuya kapılan, hatta hasta olan ilk kişinin sen olmadığını anlayacaksın o zaman. Bu konuda hiç de yalnız değilsin. Heyecan ve dürtüyle öğrenmek isteyeceksin. Aynı senin şimdiki durumunda, pek çok, pek çok insan ahlaksal ve ruhsal sorunlarla karşılaşmış. Ne mutlu ki, bazıları bu sorunları yazmışlar. Onlardan öğreneceksin bunları; eğer istersen. Aynı biçimde, bir gün senin önereceğin bazı şeyleri başka birinin gelip senden öğrenmesi gibi. Ne güzel bir düzen bu, sırayla, karşılıklı. Ve, eğitim de değil bu. Tarih bu. Şiir bu.” Durdu ve kadehinden iri bir yudum aldı. Sonra yine başladı. Vay canına, coşmuştu adam. iyi ki onu durdurmaya filan kalkmamışım. “Bu dünyaya,” dedi, “yalnızca iyi eğitilmiş insanların ve bilim adamlarının değerli katkıları olabilir demeye çalışmıyorum. Ama diyorum ki, iyi eğitim görmüş insanlar ve bilim adamları, başlangıçta zeki ve yaratıcı iseler -ne yazık ki, bu ender bir durumdur- yalnızca zeki ve yaratıcı olan insanlara kıyasla, arkalarında sonsuza kadar kalabilecek çok daha değerli şeyler bırakıyor gibiler. Kendilerini daha açık seçik ifade edebiliyor gibiler ve genellikle, düşüncelerini sonuca ulaştırmak gibi bir tutkuları var. Ve -en önemlisi- yüzde doksan olasılıkla bilim adamı olmayan düşünürlerden daha alçakgönüllü oluyorlar. Beni izliyor musun?”
“Evet efendim.”
Epeyce bir süre bir şey söylemedi.
Kaynak: Yapı Kredi Yayınları, Roman, (Çv. Coşkun Yerli) sf.178- 179
Virginia Woolf – Dalgalar (The Waves)
Bir ağaç mı aramalıyım? Bu birbirinin aynı odaları, kitaplıkları, Catullus okuduğum geniş sarı sayfayı, ormanlar, kırlar içerisinde bırakmalı mıyım? Kayın ağaçları altında yürümeli ve ya da ağaçların sevgililer gibi suda buluştuğu ırmak kıyılarında dolaşmalı mıyım? Fakat doğa bitkilerle çok kaplı, çok yavan. Yalnızca böyle genişlikleri, yükseklikleri, suyu, yaprakları var. Ateş ışığını, gözden ırak olmayı, bir tek kişinin kollarını, bacaklarını istemeye başlıyorum.
“İstemeye başlıyorum.” dedi Louis, “gece olmasını. Burada elim Mr. Wickham’ın kapısının damarlı meşe ağacından aynalığı üzerinde dururken Richelicu’nün bir arkadaşı ya da krala enfiye kutusu uzatan Dük Saint Simon olduğunu düşünüyorum. Bu benim ayrıcalığım. Şakalarım “söndürülemez bir ateş gibi yayılıyor saraya.” Düşesler öylesine beğeniyorlar ki küpelerinden zümrütler koparıyorlar -ama bu roketler en iyi karanlıkta, geceleri benim yatak odamda yükseliyor. Ben şimdi sömürge aksanıyla konuşan, elini Mr.Wickham’ın damarlı meşe ağacından kapısına vurmak üzere kaldıran çocuğum yalnızca. Gün, gülünç olma korkusuyla örtbas edilmiş alçaklıklar ve zaferlerle doluydu. Okulun en bilgilisiyim. Ama, karanlık bastırınca bu kıskanılmaya değmez bedeni bir yana bırakıyorum -kocaman burnumu, ince dudaklarımı, sömürgeli aksanımı- boşluğa yerleştiriyorum. Ondan sonra ben, Virgillius’un yoldaşıyım, Planton’un. Sonra ben, Fransa’nın büyük hanedanlarından birisinin son mirasçısıyım. Ama ben, aynı zamanda bu rüzgârlı, ay ışığı ile aydınlanmış yerleri, bu gece yarısı dolaşmalarını bırakabilmek için kendisini zorlayacak olanım, damarlı meşe kapılarla yüz yüze gelecek olanım. Hayatımda elde edeceğim şey -inşallah uzun sürmez- böylesine iğrenç biçimde önümde açık seçik duran bu iki karşıtlık arasında devsi karışım olacak. Acılarımdan yapacağım bunu. Kapıyı çalacağım. İçeri gireceğim.” (43-44)
Kaynak: İletişim Yayınları (Çv: Oya Dalgıç)
Stanislaw Lem, Solaris
‘Sanki özellikle yanaşmıyorsun anlamaya’ diye inledi. Başından beri Solaris’ten söz ediyorum ben, yalnızca Solaris’ten. Yenir yutulur gibi değilse gerçek, benim suçum değil bu. Ama şöyle ya da böyle, başından geçen bunca şeyden sonra, sonuna dek dinlemek zorundasın beni. Kozmosa çıkıyoruz, her şeye hazırız: Yalnızlığa, zorluğa, tükenişe, ölüme hazırız. Alçak gönüllülükten söylemeye dilimiz varmıyor ama, kendimize hayran hayran baktığımız oluyor. Ama çok yazık. Birazcık yakından baktığımızda bütün o şevkin aslında düzmece olduğunu görüyoruz. Aslında kozmosu ele geçirmek değil istediğimiz, yalnızca Yer’in sınırlarını kozmosun sınırlarına dek genişletmek. Filanca gezegen bizim gözümüzde Büyük Sahra gibi kıraç, öteki Kuzey Kutbu gibi buz tutmuş, başkası Amazon Havzası kadar bereketli olsa olsa. İnsansever ve şövalye ruhluyuz: Başka soyları köleleştirmek değil niyetimiz, onlara kendi değerlerimizi miras bırakmak, karşılığında da onların mirasını devralmak istiyoruz. Kutsal Bağlantı’nın Savaşçıları sayıyoruz kendimizi. Bu da bir başka yalan! Yalnızca İnsan’ı arıyoruz biz, başka dünyalara gereksinimimiz yok. Ayna gerek bize. Başka dünyaları ne yapacağımızı da bilmiyoruz. Tek bir dünya, kendi dünyamız, yetiyor bize. Ama olduğu gibi de kabul edemiyoruz onu. Kendi dünyamızın ülküsel bir imgesi peşinde koşup duruyoruz hep: Bizimkinden üstün bir gezegen, üstün bir uygarlık arıyoruz, ama kendi geçmişimizin prototipi üzerinde gelişmiş olsun istiyoruz. Ve aynı zamanda yüzyüze gelmek istemediğimiz, kendimizi sakınmaya çalıştığımız bir şey var içimizde. Ama o hep içimizde kalıyor, çünkü Yer’den yola çıkarken bir ilk günahsızlık durumunda değiliz. Gerçeklikte nasılsak buraya öyle geliyoruz, sayfa çevrilip de gözlerimizin önüne serilince gerçeklik -kendi gerçekliğimizin sessizce geçiştirmeyi yeğlediğimiz yanı yani – artık sevmiyoruz onu.’ (86)
‘Ev’ sözcüğünün benim için anlamı neydi? Yer mi? Ortalarda dolanıp kendimi yitireceğim o büyük, telaş dolu kentleri düşündüm, tıpkı içimden kendimi karanlık dalgalarına bırakmak geldiği ikinci ve üçüncü gece okyanusu düşündüğüm gibi. Kendimi insanların arasına bırakacaktım. Sessiz, dikkatli olacak, toplumun değerbilir bir üyesi sayılacaktım. Yeni tanışlar, yeni dostlar edinecektim, yeni kadınlar tanıyacaktım -belki de bir karım da olacaktı. Gülümsemek, başımı sallamak, ayakta durmak, Yer’deki yaşamı oluşturan binlerce küçücük davranışı yerine getirebilmek için bir süre bilinçli bir çaba harcamam gerekecek, sonra da bu davranışlar yine birer reflekse dönüşecekti. Yeni ilgi alanları, yeni uğraşlar bulacaktım, ama hiçbirine kendimi bütünüyle vermeyecektim, çünkü bundan böyle hiçbir şeye, hiçbir kimseye kendimi bütünüyle vermeyecektim. Belki geceleri, şu ikiz güneşin ışınlarını yarıda kesen karanlık nebulaya gözlerimi dikerek, her şeyi, hatta şu anda düşündüklerimi bile anımsayacaktım. Küçümseme ve pişmanlık dolu bir gülümsemeyle buda- lalıklarımı ve umutlarımı belleğimden geçirecektim. Gelecekteki bu Kelvin, Bağlantı denen doymak bilmez bir girişim uğruna her şeyi göze olan geçmişin Kelvin’inden hiç de daha az değerli biri olmayacaktı. Ayrıca kimsenin de benimle ilgili yargıda bulunmaya hakkı olmayacaktı. (226, 227)
‘Saatleri yaratan, ama saatlerin ölçtüğü zamanı yaratamayan bir tanrı.’ (228)
Kaynak: İletişim Yayınları, Çv. Mehmet Aközer, İstanbul 1997
*
Hazırlayan: Selim Yolalan
selimyolalan@gmail.com
www.hepsi10numara.com
Bir önceki yazımız olan Kitap Sevdalısı 10 Ünlü Kişi başlıklı makalemizde çok kitap okuyanlar, en çok kitap okuyan insanlar ve kitap aşıkları hakkında bilgiler verilmektedir.
One thought on “Sıradışı Yazarlardan 10 Alıntı”