Yankı Yazgan‘ın görüş ve düşüncelerini oldum olasıya beğenirim. Kendisini çok samimi bir insan buluyorum.
Ondaki sıcaklığı daha önceleri çözememiştim. Ta ki hepsi10numara.com sitesinde bir yazı okuyuncaya kadar Meğer Yankı Yazgın’ın babası Türkiye’nin ünlü görme engellilerinden Gültekin Yazgan’mış.
“10 yaşında görme engelli olan Gültekin Yazgan, hukuk okuyarak avukat olmasına rağmen aynı zamanda da görme engelli okullarında öğretmenlikler de yapmış Türkiye Görme Engelliler Kütüphanesini kurarak görme engellilerin eğitimine kendisini adamış ve görme engelli olmasını sorun yapan çevrelerce büyük mücadeleler vermiştir. Hayatını anlattığı “Kör Uçuş” kitabını Doğan Cüceloğlu görerek onu ve eşini programına davet etmiş ve kendisi de “Onlar Benim Kahramanım” kitabını kaleme almıştır. Prof. Yankı Yazgan ve Prof. Çağrı Yazgan adlı iki ünlü psikiyatrı yetiştirmiştir.”
Bu satırları okuyunca şimdi tamam dedim. Böyle bir babanın yetiştirdiği bir çocuk böyle efendi, güzel, bilgili ve görgülü olurdu.
Şimdi kendisine daha çok saygı duyuyorum.
Yankı Yazgan neden gazetelerde yazmıyor onu da merak ediyorum. Araştırırken onun kişisel blog adresine denk geldim: http://yankiyazgan.blogspot.com
Kendi blogunda çok güzel yazılar yazıyor Yankı Yazgan. Ne yapın ne edin her zaman girip okuyun diyorum.
Ben sizin için 10 adet yazısını derledim. Bundan sonraki güzel yazıları okumak size kalmış.
Gelelim Yankı Yazgan‘ın birbirinden güzel yazılarına…
(Bu arada isminin Yankı olmasının babasının görme engeli olmasında bir etkisi var mı acaba, merak ettim!)
İnsan Boş Konuşur
Taksi şoförü, daldığım düşüncelerden beni kurtardı: ‘İstanbul iyice yaşanmaz oldu’. Herhalde bu kentte günde yüzbinlerce kez söylenen, duymaktan bıktığımız bir ‘boş laf’ daha. Havaalanına kadar giden uzun yolda, iki insanın küçük bir mekanı paylaştığı bir anda, suskunluğu bozmak, ‘ben buradayım, sen de burada mısın’ manasına insanca bir refleksin aracısı olan boş laflar için ‘havadan sudan’ konuşmak nötr ve tarafsız bir zemindir. Spor, siyaset, adalet, sağlık gibi hepimizin bir taraf olduğu konuları bir kenara bırakıp, kendi kontrolumuzda olmayan bulutlar, rüzgar ve güneşe takılırız.
Boş laf etmek, boşluklara tahammülü olmayan bir toplumda büyük ayıp sayılır. Boşluklara tahammülümüz olmadığını anlamak için şehir merkezlerindeki her boş araziye bir kulübecik olsun yerleştirmeden rahat edemeyenlerin çokluğunu kanıt gösterebilirim. Boş arazisi olmayan balkonunu ‘kapatarak’ boş kalmasını önler, salonunu iyice genişletir. Iyice genişleyen salon ya da mutfak göze boş gözüktüğü için yeni eşyalarla doldurmak, tezgahların üzerini bir kereden fazla kullanılmayacak (ama o kadar para verdik atamayız) bazı mutfak el aletleri ile kaplamak boşluğa dayanamayan toplumumuzun başka marifetleridir. Oysa boş laf olmadan hayat geçmez.
Konuşurken kurduğumuz bir cümleyi banda kaydetmeyi deneyelim. Kullandığımız kelime ve seslerin yüzde kaçını çıkartırsak mesajımız anlaşılırlığını koruyacak, bir bakmalı. Twitter’daki gibi 144 karakterle kendimizi sınrlamak zorunda değilsek, konuşmamız, cümlelerimiz olması gerekenin yaklaşık 2 katı kelime ya da ses içerir. Bu ‘fazladan’lık olmadığında, örneğin bir konferanstaki konuşmacı kitaptan okur gibi konuştuğunda içimize gelen fenalık hissini analiz ettiğimizde, karşımızdakinin sanki bir makina ya da robot gibi olduğu duygusunu bulabiliriz.
Insanların kendilerine adlarıyla hitap ederek merhaba dediği için tercih ettiği bankamatiklerden bile istediğimiz parayı çıkartıp vermesi dışında selam sabah bekliyorsak, boş lafsız bir dünyanın keyfi sahiden olmayabilir
Haksızlık Düzeltilebilir mi?
Hak bilmek. Düzenli okurlarıma bıkkınlık gelecek kadar bahsettiğim konu, ‘hak bilmek’, yine geri geldi. Kendine hak bilmek, kendi hakkını savunmak başkasının hakları söz konusu olduğunda ne yaptığınıza bağlı olarak faşizan bir ruh durumunun çekirdeği oluveriyor. Hak, ölçülmesi biçilmesi zor bir ‘olgu’ olduğundan ötürü, haksızlık da ruh durumunuza ve hayata bakışınıza (yetişme tarzınızın seçiminize yardım ettiği ideolojinize) bağlı olarak ortaya çıkıveriyor. Hakça durumu eşitlik olarak gördüğünüzde sizden 20 kilo daha ağır ablanıza bir köfte daha verilmesini haksızlık saymanız çok kolay; oysa kilo başına düşen köfte miktarı açısından baktığınızda büyük olasılıkla ablanıza haksızlık yapılıyor. Ama o ‘fazladan’ köftesinin yarısını size vermekten çekiniyor.
Haksızlık karşı çıkmamız gereken bir durum, ama genellikle başka haksızlıkları savunmak ve gerçekleştirmek için yürütülen bir mücadeleye dönüşüveriyor. Anne-babalara sorulduğunda çocukları için en derinden dilekleri ‘hakkını savunsun, güçlü olsun, kendini ezdirmesin’ oluyor. Okullarda zayıf gördüğü çocuğu dövmeye kalkan iriyarı oğlan ‘ama o da sinirime dokundu’ derken, kendince bir hak yerine getirme hissi içinde. Durumu dengeliyor: Sen sinirime dokundun, ben de sana ‘dokunuyorum’!
Mutluluk Hayata Ödenmesi Gereken Bir Borç Gibi
Anna Karenina romanının ilk cümlesi, mutluluğun banal yanını tasvir eder. ‘’Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.’’ Mutsuzluğun mutluluğun doğal tamamlayıcısı olduğunu düşünebiliriz. Kalbin kasılıp gevşemesindeki ritm gibi mutlu ve mutsuz anlar arasındaki gitgeller hayatın dinamosu sayılabilir. Mutsuzluk, aşılması gereken bir engel olduğunda, kaynaklarımızı daha fazla seferber ederiz. Mutluluğun getirdiği rehaveti bozacak bir olay nasıl olsa olur, bizi kendimize getirir. Mutlu olmanın bir tür rahat etme olduğunu düşünürsek, insanın temel davranışlarının bir kısmının bu rahatı bozarak yeni arayışlara girmeyi kapsadığını görebiliriz. Kendi aramızda rahat batması diyebileceğimiz bu ‘sendrom’ çoğumuzu harekete geçiren, ilerleten bir tür reflekstir.
Sıradan mutluluk. Tolstoy’un mutsuzluğu duygu hiyerarşisinde adeta mutluluğun üstüne çıkardığı bu cümlesinde gizli olan mutluluğun doğallığıdır. Mutluluk bir norm olduğu için çokça ve sıradan sayılır. Mutsuzluk ise bir dengenin bozulması ve her bireyde kendi rengini alması olarak görülebilir.
Para ve saadete dönersek, ‘parayı ver, saadet kalsın’ çağında olduğumuzu gösteren anket sonuçlarına saygı duruşu yapıp, bir kenara gömebiliriz. Nasıl mutlu olacaksın sorusunu bir kenara atıp, en son ne zaman nerede mutlu hissettin sorusuna 30 saniye içinde cevap bulmakta zorlanıyorsanız, bir 30 saniye daha bu sefer kendinizi zorlayarak düşünmelisiniz.
Cep telefonları kullanılarak yapılan bir araştırmada (Killinsworth ve ark) ‘şu anda ne yapıyorsunuz?’ ve ‘ne kadar mutlusunuz’ diye soruluyor. Mutluyum diyenlerin çoğu o anda ne yapıyorlar? Bir faaliyete odaklanmış, onu yapmakla, elleriyle emek vermekle ya da bir başka insanla konuşmakla meşguller. Pasif olduklarında (televizyon seyretmek gibi), odakları savruk ve dağınık olduğunda ise mutlu hissetmediklerini söylüyorlar. Şu anda ne yapıyorum? Ne kadar mutluyum? Bu iki soruyu gün boyu, 10-15 kere kendinize sorduğunuzda ne göreceksiniz, merak ederim.
Parayla Saadet Olmaz
‘’ Dünya çapinda paranin mutluluk getirdiğini düşünenler çoğunlukta. 24 ülkede yapilan araştırmada katilimcilarin üçte ikisi daha iyi koşullarda yaşarsa daha mutlu olacağını belirtiyor. Böyle inananTürk katılımcıların oranı da yüzde 74. Aralarında Türkiye, İsveç ve Brezilya’nın da bulunduğu 24 ülkenin halkına göre para demek mutluluk demek.’’
Bu paragraf üzerine görüş belirtmem istenen NTV gece bültenindeki yorumumu merak edenlere aktarayım:
Parayla saadet olur mu? Olmaz.
Parasız saadet olur mu? Olmaz.
Yoksulluk gibi mutsuzluk etkenlerinin ortadan kaldırılması bir önşart olmakla birlikte, mutlu olmak için yetmeyebilir. Çadırda yanarak, çürük binada ezilerek ölümlerin olduğu, çocukların cezaevlerinde tecavüze uğradığı, hedefi belirsiz bir savaşta asker, polis, sivil insanların hayatlarının beyhude yere harcandığı bir zamanda mutlu olunabilir mi? Paranız olsa da, başkalarının parasız olduğu bir yerde mutluluk ne kadar mümkün? Gelir dağılımının eşitsiz, insan hayatının değersiz ve acının egemen olduğu toplumlarda mutluluk yaşantımızdaki anlamlı ilişkilerin ve uğruna emek harcamaya değer amaçlara doğru çabalamanın sağlayabildiği bir sıcaklıktır.
Bizi neyin mutlu edeceği hususunda genellikle yanılırız. Yanılsamamız ise, para ve güvenlik geldiğinde mutlu olacağımızı sanmamızdır. Paranın mutsuzluğu götürdüğünde yerine mutluluk getireceğini sanarak yanılırız. Büyük beklentilerle yaptığımız tatil planları ya da hayatımızın hedefine koyduğumuz ilişkiler gerçekleştiğinde olmasını beklediğimiz mutluluk nadiren oradadır. Mutlu olup olmadığınızı anlamak için önceden olan tahminleri bir kenara atıp o an nasıl hissettiğinize bakabilirsiniz. Mutluluk katsayınızı yükseltmek isterseniz ise, o an’ı sanki gelecekten hatırlıyormuş gibi yapmayı deneyebilirsiniz.
Paranın sorun olmadığı, demokrasi kültürünün yerleştiği ülkelerde aynı sorular sorulduğunda, param olsa daha mutlu olurum diyenler yine başı çekebiliyor. Ancak, geleceğe dönük bu beklenti gerçekleştiğinde (diyelim bugün zengin olduğunuzda) pek de öyle mutlu olmadığınızı görmek şaşırtmasın. Mutluluğu beklemek, mutlu edici olduğunu düşündüğümüz durum geldiğinde mutlu hissetmenin garantisi hiç değil.
Ancak, mutlu hissetmediğimizi belirttiğimiz durumlara zaman geçip de geriye doğru baktığımızda o sırada ne kadar da mutlu olduğumuzu düşünüyoruz. Şu anda sizi ne mutlu hissettiriyor diye sorularak yapılan anket çalışmalarına katılanlar, tanımadığı birisinin selam vermiş olmasını veya güneşin bulutların ardından çıkıvermesini mutluluk verici olarak tanımlıyor. Mutluluk hatırlanan ya da beklenen bir şey değil de o anda hissedilen bir duygu ise, sıradan küçük küçük olaylarla mutlu olabildiğimiz söylenebilir. Beş duyumuzu kullanarak yapabileceğimiz uğraşlar, doğanın varlığını hissettiğimiz anlar gibi. Bir başka deyişle mutluluk damla damla biriken mini-mutlulukların toplamı.Mutsuz hissedilen anlar ise mutlu hatırlanır (hey gidi askerlik günleri hey gibi).
Bilim mutluluğa nasıl ulaşılacağı konusunu didiklemekte; ama neyin mutlu edeceğini belirlemek bizim sorumluluğumuzda. Acılarla çevrili olduğumuz bir zamanda bile mutlu anlar yakalayabiliriz. Acı verici durumların bitmesini beklemeksizin, mutlu olma fırsatlarını gördük mü kaçırmamak dileğiyle.
Çocuk daha iyi okusun diye çok kazanmak yeter mi?
Okumayı sökmesi ya da adını yazması yıllar alan, soluk önlüklü, sümüğünü silecek mendili bile olmayan yoksul göçmen çocukların orta-üst sınıf mensubu çocuklarla aynı sınıflarda oldukları zamanlardan günümüze çok şey değişti. Bu arada, ilkokuldaki sınıfımızın arka sıralarındaki çocukların yaşları büyüdükçe kentin arka sokaklarına geçtiğine kendi hayatımda tanık oldum. OECD ülkeleri arasında Meksika’dan sonra gelir adaletsizliğinin eğitim performansını en çok etkilediği yer olduğumuzu duymak hiç şaşırtmadı. Üstelik bu eşitsizliğin başka ülkelerde tıpkısıyla bulunduğunu gördüm. ABD’de çalıştığım yıllarda evlerinde sıcak yemek pişmediği için okulların tatil olduğu aylarda aç kalan ya da ‘junk’ (çöp) yemekler yiyen çocukları fark ettim. İstanbul’da 40-50 kişilik sınıfta 20 kişilik sınıftakinin 2 katı hiperaktifliğin var olduğunu buldum. Zengin okulları olarak tanımlanan, ama çoğunluğunu ortasınıftan annebabaların yemeyipiçmeyip okula yolladıkları çocukların oluşturduğu okullarda her türlü yetersizliğe rağmen daha iyi performans gösteren çocukların bu avantajının sadece okula mı bağlı olduğunu merak ettim.
Birkaç yıl önce yayımlanan ama nedense yeni okuduğum bir araştırma makalesi bu olguların varlık nedenine ışık tuttu. Raiza ve arkadaşlarının Neuroimage’da yayımlanan çalışması, okuma becerisine zemin teşkil eden (Broca alanı diye bilinen dil bölgesini de içeren) sol inferior frontal bölgenin gelişmişliği ile sosyoekonomik durum arasında sağlam bir bağlantı ortaya koymuştu. Bu bölge ne kadar gelişkinse, okuma perfomansı o kadar iyi ve çocuğun sosyoekonomik düzeyi o kadar yüksekti.
Hackman ve arkadaşlarının 2010’daki bir başka çalışması da özellikle bellek işlevlerine zemin oluşturan hipokampus’un boyutunun sosyoekonomik düzey ölçüsünde büyüdüğünü gösteriyordu. ‘Ne kadar büyük o kadar iyi’ ilkesi her zaman geçerli olmasa da, bellek işlevlerinin bozulduğu travmatik durumlarda hipokampusun daha küçüldüğünü biliyoruz. Bu durumda okuması daha iyi, aklında tutabilirliği daha gelişkin çocukların bu becerilerine altyapı sağlayan beyin bölgelerinin ailenin sosyoekonomik düzeyi ölçüsünde ‘iyi’ olduğunu söyleyebiliriz.
Zengin olma ümidi ya da amacı olmayanlar için ‘ekonomik’ olanın dışında ‘sosyo’ kısmını biraz daha irdelemeliyim; özellikle, anne-babanın çocuklarla homurdanma ve bağrışmanın ötesine geçen sözlü iletişiminin ve evdeki dil/ifade zenginliğinin beyindeki dil/okuma bölgelerine etkisi olacaktır. Belki sosyoekonomik zenginliği sadece para bolluğu olarak değil çocuğa sunulan olanakların, bebekken okunan kitaplar, anlatılan masallarla başlayan sözlü iletişimin ve evde kullanılan dilin zenginliği olarak tanımlayıp, iletişim ve ilişki kalitesini temsil eden gönlü zengin ile dili zengin olmayı da (cebi dolu olmak kadar etkili olabilecek etkenler olarak) ekleyebiliriz. Günümüzün zaman yoksulu ortasınıf ailelerinin, iyi bilinen okullara para yetiştirmek için ekonomik olarak ‘yırtma’ çabalarının sosyal olarak geride kalmalarına sebep olmamasını diliyorum.
Hizmet alan çocuklar nasıl büyüyecek?
Kendi kahvenizi kendiniz aldığınız Starbaks’ta işiniz bittikten sonra tepsinizi ne yapıyorsunuz? Eğer ezici çoğunluk gibiyseniz, tabii ki, masada bırakıp kalkıyorsunuz. Herhangi bir Starbaks’ta oturup çevreyi izlediğinizde varacağınız bu sonuç ne önem taşıyor? Aynı gözlemi ABD ya da İngiltere’deki kahve yerlerinde yaptığınızda, müşterilerin kalkıp giderlerken yedikleri içtikleri ne ise onu masalarından alıp bulaşık istasyonuna bıraktıklarını göreceksiniz. Nicedir kafamda olan sayısız sorudan birisi, neden biz masamızı toplamadan kalkıp gidiyoruz?
Bir çok ülkede iş yapamayıp batan yabancı kahve zincirleri Türkiye’de epey bir zaman ciddi iş yapabildiler. Starbaks tipi mağazalara rakip çıkan yerel kahve zincirleri de, bu Türkiye’de özel başarı sağlamış zincirlerin yaptığı gibi, Starbaks’ta olmayan bir şey yapıyorlar: kahve siparişinizi alıp ayağınıza getiriyorlar. Siz uğraşmıyorsunuz. Hizmet ediliyor. Hizmet alıyorsunuz. Hepimiz birer bey, paşa ya da hanımefendi olma özlemi içinde olduğumuzdan mıdır, artık onu siz söyleyin, bu ayağınızahizmetverenhızlıkahve yerleri çok iş yapıyor. Kahveli suya dünya parası alıp üstüne üstlük kahve tepsisini bize taşıtma planları yapan yerlere gidersek de, tepsiyi bardağı orada çalışanlara temizletme hakkını kendimize veriyoruz. Rahatına düşkünlük ya da doğuştan asalet, ne derseniz deyin, kahvecide bitmiyor.
Şimdi de mobilya supermarketlerine gidelim; bu mağazaların usulü şu: mobilyaları ya kendiniz alıp parçaları bir araya getirerek, vidalayarak, ekleyerek kendiniz her şeyi yapıyorsunuz. Ya da, ek ücretler ödeyerek montajı şirket elemanlarına yaptırtıyorsunuz. Tabii ki, biz ikinci gruptayız. Ülkemiz bu konuda tüm ‘Batı’ ülkelerindeki oranın tam tersi ile çoğunluğun işini kendisi yapmak yerine başkasına yaptırttığı yerlerin başına geliyor. Montaj ekipleri hizmete yetişemez vaziyetteler.
Oradan da mahalledeki alkolsüz balıkçıya veya belediyenin tesislerine gidelim, otomobilimizi tabii ki kendimiz park etmeyeceğiz. Vale servisi ne güne durmakta, üstelik biz öyle dünyadan bihaber zenginler gibi valeye 20-30 TL vermeyiz, 5-10 TL ile kurtarırız. Iş az ya da çok para vermekte değil oysa, kendi yapabileceği işi başkasına yaptırtmakta. Statümüzü yükseltiyoruz, hem de neredeyse bedavaya. Bey, paşa, şehzade, prens ne derseniz deyin, hizmet edilme tutkusunun sonu yok. Zenginler gibi yaşamaya hepimizin merakı, pardon, hakkı var, hükmetmeye, getirttirmeye, götürttürmeye…
Bize hizmet sunanlara bağımlı olduğumuzun, bir eşyanın vidasını takamaz, arabamızı kendimiz park edemez hale geldiğimizin farkında mıyız? Bu arada ‘ama, böylece bu hizmeti veren bir çok kişi para kazanıyor’ cümlesi ile başlayan sosyal adaletçi ancak hizmet alanlara bir de ekonomik kurtarıcı kahramanlık yakıştıran söyleme ne diyeceğimi bilemiyorum.
Anne-babalara çocuğunuzda hangi özellikleri önplana çıkartabilmek istersiniz dediğimizde, bağımsızlık, kimseye muhtaç olmama ya da kendi ayakları üzerinde durma gibi değerlerden söz ediyorlar. Bağımsızlığın ya da ayakları üzerinde durmanın birden bire ortaya çıkacağını sandığımızdan olsa gerek, bir yandan bu değerleri savunurken, bir yandan da okul yaşına gelmiş çocuğumuzun ağzına kaşıkla blendırdan geçmiş sebzeli etli karışımı sokuşturuyoruz. ‘Kendisi yemeyecek de ondan’, diye gerekçemizi söylüyoruz. Ödevini yapmadığı için oturup (belki de başka türlü tamamlanamaz cinsten ödevi) biz yapıyoruz. Bağımsızlığı ya da özgürlüğü, çocuğun üzülmemesi, dolayısıyla zora gelmemesi, canının istediğini yapabilmesi olarak tanımlayınca, bu amaca hizmet vermekten başka yol kalmıyor. Hizmet veren/hizmet alan ilişkisi çocuğun memnuniyetini hedefleyen, onu küstürmemek uğruna (‘kim çocuğunu kaybetmek ister ki?’) emrine giren anne-babalık tarzları doğuruyor. Sünnet çocuklarına bir günlük şehzadelik vermeyi anlarım. Ama bu yaklaşımla beylik paşalık döneminin ilelebet süreceğini sanarak büyüyen çocuk kendine başka biçimde teba yaratamazsa, en azından valeler, kahve dükkanlarının çalışanları, kendimiz monte edebilelim diye yapılmış eşyaları monte eden mobilya şirketi elemanları bu işlevi görsün diye kullanılabiliyor.
Birkaç yıl önce depresyonunu tedavi ettiğim bir gencin babası, depresyon bittikten sonra hızlanan büyüme sürecini hizmet üzerinden tanımlamıştı: eskiden yemeğini bitirdikten sonra hiç bir şeye el sürmeden odasına çekilirdi. Önce, tabağını mutfağa götürüp tezgaha bırakmaya, ardından, tezgaha değil de, musluğun altına eviyenin içine koymaya başladı. Bir süre sonra yemeğin bulaşığını sudan geçirip bırakıyordu. En sonunda tabağını bulaşık makinesinin içine yerleştirdi. Bu aşamada ‘tamam bu çocuk büyüdü artık’, diyebildim.
Çocuğa memnun edilmesi gereken müşteri gibi yaklaşarak ona emeğin değerini öğretmek mümkün değil. Rahatını bozmayı, kendi yapabileceği işi başkasına yaptırtmamayı öğretmekten ne zamandır çekinir olduk? Yoksa, gelişim bilimini, psikolojiyi sadece çocuğu üzmeme (kendimizi de yormama) teknikleri olarak mı görüyoruz? Her sıkıntının ‘negatif’ ve ‘travmatik’ olduğunu varsayan, hayatta en yüce değer mutluluktur diyen bir kuşak olmanın doğal sonucu mu bu? Pazar gününüzü bu konuyu tartışarak geçirmenizi istemesem de konuyu açtım bir kere.
Dünyanın sonu
Kıyametin kopmasından başka bir kurtuluş olmadığını düşünen milyonlarca kişi 21 Aralık’ı yarı korku yarı coşkuyla bekliyor. Hayat karşısından kendimizi ne kadar güçsüz, hayatımızı yöneten yetkilileri ne kadar adaletsiz görüyorsak, Maya takvimindeki (veya başka inanç sistemlerindeki) kıyamet gününün bize yaklaştığına o kadar inanıyoruz. Yeryüzünün bizim dışımızdaki etkenler (uzaydan gelen bir başka gezegenin dünyaya çarpması gibi) olmadıkça başka türlü düzelmeyeceğini düşünüyor, dışarıdan yardım çağırıyoruz.
Kıyameti (bir tür ‘ordu müdahalesi’ gibi) yıkıcı ama temizleyici olarak görenler bu kıyamet kopmadığında kopacak başka bir kıyametin bekleyişi içine giriyorlar. Astronomi bilginlerinin ‘gezegen mezegen çarpacağı yok’ açıklamaları ise büyük devletlerin bizden bilgi saklamaları teorisi ile geçersizleştiriliyor.
Kıyametin günüyle saatiyle beklenen bir ‘felaket’ olmasının müthiş bir rahatlatıcılığı var. Ne olacağını bilmeksizin uzayıp giden belirsiz bir bekleyişin korkunçluğu, kesinlikle korkunç bir olayın ne zaman olacağının belli olmasından çok daha kötü. Kesinliği belirsizliğe tercih eden insan zihni kötü de olsa ‘gerçeği’ bilmek istiyor. Kesin olarak sunulanı gerçek olarak kabul etmeye hazır.
Maya takvimi kıyameti yaygarasını koparanlara kıyametin çoktan koptuğunu, yaşadığımız dünyanın ise cehennemin ta kendisi olduğunu söyleyen düşünürler ise ‘bozguncu kötümser’ olarak ilan ediliyor. Oysa, oran olarak çok azımızın insanca yaşayabildiği bu dünyanın bir sonu olmasa bile kendileri için bir sona gelmiş hissinde olan milyonlarca insana ne umut verebilir? Çektikleri acılara neyin hayalini kurarak dayanabilirler? Kıyamet de olmazsa, nasıl kurtulacaklar?
Hapşırıkla gelen yakınlık
Yakınlık zor ölçülen bir duygu olabilir. Çok sayıda insanla karşılaştığımız toplantılar, davetler ya da seminerleri, yakınlık ile tanıdıklık arasındaki farkları hissettiren fırsatlar olarak görebiliriz. Benim gibi genç-yaşlı, işçi-patron, solcu-sağcı, dindar-laik, yandaş-muhalif mevcut toplumsal eksenlere pek bakmadan her öğrenmeye açık ve hevesli grup insan önünde çıkıp beyin gelişimi, duygular, düşünceler diye konuşmaya hevesli birisi olursanız, neredeyse haftada bir bu konuyu düşünmeniz gerekir. Salondakilere nasıl hitap etmeliyim, sen arkadaki gözlüklü diye mi başlamalıyım, yoksa siz arka sırada oturan gözlüklü bey diye mi? Sen ve siz hitaplarının yakınlığın derecesini bildiren anlam derinliğini her yaştan insanın ne kadar kolay kavradığını, bir çoğumuzun bu ayırımı öğretilmeden adeta öğrenerek doğmuş olduğunu aklımdan geçirip, bu sayfada gördüğünüz karikatürü dinleyicilerle paylaşırım.
Kitaplarımda yer verdiğim yazılarımda da üstünde durduğum sen/siz karikatüründeki mesele, kiminle yakın olacağımıza nasıl karar verdiğimizle başlar, bu kararı karşımızdakine nasıl yansıtacağımızla devam eder. Yakınlık, yakın olduklarımız hakkında dertlenmeyi de içerir. Konuşmanın birinci dakikası bittiğinde aynı mekanı bir süreliğine paylaşacağımız kesinleşmiş dinleyicilerle yakınlık oluşmuş olduğuna göre, onların söylediklerimi doğru anladıklarından, farklı bir fikirleri var ise benim uzman havamla terörize olup görüşlerini kendilerine saklamadıklarından ve bunun acısını yaşamadıklarından (ve bana hınçlanmadıklarından) emin olmam gerekir. Ne de olsa, beyinlerini bana emanet etmişlerdir bir süre, ve ona iyi bakmalıyımdır. Bu garip düşünce zincirinin hızla seyri içinde salonda bir kişi hapşurur (yoksa hapşırır mı yazmalıyım?). Yakın olduğumuz bir kişinin ömrünü uzatmak için bir fırsat gibi gördüğümüz hapşurma anlarından birisinde miyim, yoksa üstüme vazife değil mi? ‘Çok yaşa’ demeli miyim? Bu soruyu geçen hafta konuk olduğum Marmara Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık bölümünün Psikoloji ve Gelişim Kulübünün toplantısına katılan değişik bölümlerden öğrencilere sordum. ‘Bu salondakilerden birisi ise hapşuran, evet’ dediler. Artık o gençlerle yakın olduğumuzu anladım. Ama konuşma yakınlıkları, tatildeki yol arkadaşlıklarına benzer; o an, yakınsınızdır. Yakın ilişkilerden farkı ise, ‘gerçek’ hayatımıza bu yakınlığın yansımamasıdır.
Gençlerle konuşma sonrası devam eden sohbette, ‘Yolda görsem sizi tekrar tanımayabilirim, kendinizi tanıtın’ dediğimde önce biraz bozuldular. Bizi unutacak mısınız, ne çabuk, dercesine. Açıklamaya çalıştım: Benim yüz belleğim berbat, o başka; ama içinde olduğumuz bağlam o kadar sınırlı ki, bunun dışında sadece bu bağlamı hatırlattığınızda, zihnim şu anı ve sizin kim olduğunuzu tekrar bana hatırlatacak. Aklımda duran bugünle, burada bulunanlarla ilgili anı, yakınlığı tekrar canlandıracak. Canlandırılması gereken tüm yakınlıklarda olduğu gibi ‘hani o gün camlı kantinde kahve içmiştik’ gibi ayrıntılarla her şey nerede kaldıysak, oradan devam edecek. Yakın olabilmek, insan olmanın en güzel yanlarından birisi.
Israrengiz ve Sitemkar
önce ısrar
Misafire “çay alır mısınız?” diye soran ev sahibine “teşekkür ederim, almayayım” diyene ne yapılır? “Peki, siz bilirsiniz” deyip geçmek varken, “Allah aşkına, ölümü öp, n’olursun” (ve sonsuz bir dağarcıktaki diğer laflar) diyerek yalvar yakar ısrar etmek niye? Siz böyle düşünürken, ısrar edilen kişi (ki siz onun için üzülmektesiniz), “peki, alayım” der. Yarım ağızla teklif edilen çaylar, pastalar ev sahibinin bize biçtiği değeri yansıtır. Israr etmesini beklediğimiz arkadaşlarımızın niyetlerinin ve tekliflerinin sahiciliğinden emin olmanın bir yolu tekrar tekrar, yılmadan her şeye rağmen bize vermek istediklerini sahiden vermeye çalışmalarıdır. Israr, sahiciliğin ve içtenliğin bir ölçütü sayılır. Bir kere söylemek yetmez, iki kere söylemeniz, verdiğinizi almaz ise mahvolacağınızı belirtmeniz gerekir. Çocuklar annelerinin kendilerine sahiden ilgi gösterdiğinden emin olmak ister, onun sınırlarını zorlar, bir tür testten geçirirler. Sevgililerin “bakalım ne yapacak” sınavlarına benzer bu sahicilik testi yerine geçen ısrar krizleri ev sahiplerinin misafir nezdindeki reytinglerini belirler. Israr edilmediğinde, çay tepsisi önümüzden şöyle bir geçirilip gittiğinde, kendi gözümüzdeki değerimiz buharlaşmaya başlar.hep sitem
Sitem ısrarın ayrılmaz bir devamıdır. Sitemin bir dostluk işareti olduğunu düşünenler, tersinin umursamazlık veya önemsemezlik olarak görülebileceğini söylerler. Sitem, yapılmamış, ya da eskiden beri yapılıp da artık yapılmayanlara bir özlem, keşke her şey eskisi gibi olsa derken hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağını bilerek söylenen sözleri de içerir. Öfke, kızgınlık, kaybolup gidenin, gitmiş ve geri gelse bile eskisi gibi olmayacak olanın arkasından duyulan üzüntünün yansıması olur. Sitem edenlerin sinirlerimizi germesi, sitem edenlerden uzak durmaya, telefonla hatırlarını bile sormaktan kaçınmaya itilmemiz, biraz da bu ölümcül çağrışımda yatıyor.
Hayat beyinde tekrarlanınca kurgu olur
Kurgunun etkileyiciliği ve akıl çeliciliği karşısında dayanmak zordur. Aynı cazibe hayal kırıklığına da yol açabilir. Bir romandan yapılmış filmin hayal kırıklığı yarattığı başlıca an, filmdeki karakterin tipinin, duruşunun hiç de bizim hayal ettiğimiz gibi olmamasıdır. Romanda çizilen kişiye ‘benzemediğini’ söylediğimizde, anlatıyı adeta o kişiyi görüyormuşcasına, görmüşcesine okuduğumuzu düşünebiliriz. Roman ya da öykü, kurgusal bir anlatıyı okurken zihnimizde nasıl bir canlanma, beynimizde nasıl bir hareket oluyor? Bu soruya cevap arayan çalışmalardan bir tanesi (Emory’den bir ekibin Brain and Language’deki yazısı) metaforik ifadeleri dinleyenlerin beyinlerinin hangi bölümlerinin aktifleştiğine bakmışlar. ‘Kadife sesli şarkıcı’, ya da ‘çikolata renkli dansçı’ gibi ifadeler kullanıldığında beyinde dokunma ya da tad/renk duyularını işleyen (‘sensori-motor’) alanlarında kan akımı yoğunlaşmış. Oysa, ‘güzel sesli şarkıcı’ gibi benzetme veya eğretileme kullanmaksızın tanımlayıcı bir ifade duyu sistemini pek etkilemiyor; doğrudan doğruya dil işlem bölgesinde bir aktivite yaratıyor. Fransa’daki bir başka çalışmacının bulguları, hareket içeren cümleleri dinlerken beyinde harekete özel alanların aktifleştiğini göstermiş. Örneğin, ‘tuttuğunu koparan adam’ veya ‘kaderin sillesini yemiş’ dediğimizde, beyinde el hareketleri sırasında aktifleşen bölgeler bu cümleleri dinlerken veya okurken de canlanıyor. Okumak, adeta kurguda tanımlanan durumu yaşıyormuşuz, eylemi yapıyormuşuz, duyuyu hissediyormuşuz gibi bir değişikliğe yol açarak ile beyinde bir sahicilik efekti oluşturur.
Sahiden öyle olsaydı nasıl birisi olacağını yazarın tanımının beynimizde yol açtığı değişiklikler sonucunda tasarlayabiliriz. Diğer yandan, bu yetenek beynin her hayal edilen için ayrı ayrı aktiviteler oluşturmasından ziyade, hayaller için bir altyapı aktivitesi sağlamasına imkan verir. Öyle bir altyapı ki, roman ya da öyküde tasvir ve tarif edilen eylem ya da düşünceyi, sanki kendimiz yapıyor ya da düşünüyormuşuzcasına bir etki yaratarak, müthiş bir gerçeklik etkisi yaratır. Roman kahramanının ne düşündüğünü, neden düşündüğünü, hatta neden düşünemediğini anlamamıza yardım eden bu gerçeklik etkisi, empatinin işlemesini sağlar. Başka birisinin ruhuna sızmamıza olanak buluruz. O’nun gözünden dünyaya baktığımızda, o zamana kadar aklımızın almadığı başka bir bakış açısını anlayabiliriz. Romanın ya da öykünün ikna ediciliğinin sırrı beynimizde cümlelerin içerdiği metaforik manaları eylemi yapmış, kokuyu duymuş ya da serinliği hissetmişlik duygusu ile yaşatmasındadır. Net olmayan anlamlar içeren cümleler, metaforları ile herkesin kendi net görüntüsünü mevcut anlatının çerçevesine eklemesini mümkün kılar. Bu net görüntü her ne kadar kişisel ya da özel olacak gibi gelse de, romanı okuduktan sonra hepimizin aklında canlanan ‘karakter’lerin ortak yanları sayısızdır. Ortak yanları yakalayamayan filmlerin kahramanları pek inandırıcı olmaz. Filmi romandan sonra mı seyretsek, romanı okumadan filme baksak-bakmasak tartışmasının kaynağı, inanmak ve kendimizi kaptırmak üzere seyrettiğimiz filme olan inancımızı kaybetme olasılığıdır.
(17 Kasım 2012, Okumak: Beynin kalple birleştiği işlev; 31. İstanbul Tüyap Kitap Fuarı/ Notre Dame de Sion Fransız Lisesi ve Mezunlar Derneği tarafından düzenlenen paneldeki konuşmam için hazırlık notlarından)
*
Lilay Koradan
lilaykoradan@gmail.com
www.hepsi10numara.com
Bir önceki yazımız olan Başarılı Olmak İçin 10 Yol başlıklı makalemizde başarılı olmak, başarının yolları ve başarıya niyet etmek hakkında bilgiler verilmektedir.
5 thoughts on “Yankı Yazgan’dan 10 Güzel Yazı”
selam lilay hanım
hepsi 10 numaraya yazdığım yazılarımdan bır tanesınden de sızın yazı cıkarmanız benı duygulandırdı evet gültekin yazgan bu kadar yetenekli ve insanları seven insanmış nu candan tebrik etmek lazım
selam
Turan
Yankı Hocam’ a ivedilikle ulaşmam lazım. Ancak amara motoruma yazmadığım anahtar kelime kalmadı
Ne bir telefon numarası (muayene için)
ne bir e-posta adresi
ne de kendi web sayfasından İLETİŞİM’ e geçemedim.
Sadece FACEBOOK SAYFASINDAN ulaştım ve MESAJ attım ancak 16 Hazirandan bugüne değin MESAJIMA dönmeyi bırakın. OKUDU iletisi dahi alamadım. Diğer taraftan eşine ulaşmaya çalışıyorum ancak mümkün değil! Bana yardımcı ve aracı olursanız son derece mesud olacağım.
peşinen alakanıza teşekkür ederim. Sevgiler geri kalan tüm pisilerimle benden
selam lilay hanım
hepsi 10 numaraya yazdığım yazılarımdan bır tanesınden de sızın yazı cıkarmanız benı duygulandırdı evet gültekin yazgan bu kadar yetenekli ve insanları seven insanmış nu candan tebrik etmek lazım
selam
Turan
Ben teşekkür ederim Turan bey,
Yazınız çok güzeldi.
İyi çalışmalar dilerim.
Lilay Koradan
kesinlikle ben de çok beğeniyorum yankı beyi, ama televziyonlara çok az çıkıyor,
Yankı Hocam’ a ivedilikle ulaşmam lazım. Ancak amara motoruma yazmadığım anahtar kelime kalmadı
Ne bir telefon numarası (muayene için)
ne bir e-posta adresi
ne de kendi web sayfasından İLETİŞİM’ e geçemedim.
Sadece FACEBOOK SAYFASINDAN ulaştım ve MESAJ attım ancak 16 Hazirandan bugüne değin MESAJIMA dönmeyi bırakın. OKUDU iletisi dahi alamadım. Diğer taraftan eşine ulaşmaya çalışıyorum ancak mümkün değil! Bana yardımcı ve aracı olursanız son derece mesud olacağım.
peşinen alakanıza teşekkür ederim. Sevgiler geri kalan tüm pisilerimle benden
Yankı Yazgan’ ı ben de takip ediyorum. Çok değerli bilgiler aldım ondan. Yalnız, Bir gazetede yazıyor; “Birgün Gazetesi”nde… Takip etmek isterseniz…