Deyimler günlük hayatımızın ve edebiyatımızın vazgeçilmezleridir. Peki deyimlerin arkasında yatan hikaye nedir? Turnayı gözünden vurmak, tabanları yağlamak gibi ilginç 10 deyimin öyküleri bu yazımızda…
MÜNASEBETSİZ MEHMET
Uygun olmayan zaman ve mekânlarda, gereksiz konuşmalar yapan, uygun olmayan davranışlar gösterenler için kullanılır.
Sultan II. Mahmud döneminde yaşayan, Münasebetsiz Mehmed Efendi diye biri varmış. Padişah, onu merak etmiş ve huzura çağırmış. Münasebetsizliğini görmek istemiş ancak uzun bir sohbete rağmen herhangi bir münasebetsizlik görememiş. Mehmet’e birkaç kese altın vererek göndermiş.
Bir gün saray faytonu ile Cağaloğlu yokuşunu çıkan II. Mahmud, “Hünkârımıza arzımı bildiriniz, arzım vardır Hünkârımıza!” diye seslenildiğini duyar ve arabacısından durmasını ister. Ama durdukları yer, yokuşun en dik olduğu bir bölgedir, atların ayakları aşağıya doğru kaymaktadır. Münasebetsiz Mehmet Efendi, çok sakin bir şekilde sorar:
– Padişahımız Efendimiz Hazretleri! Zat-ı Şahane acaba zurna çalmasını bilir misiniz?
Padişah şaşkın ama biraz da merakla cevaplar:
– Hayır, bilmiyorum.
– Ben de bilmem efendimiz.
– Ha öyle mi?
Bu sırada atların ayakları yavaş yavaş geriye doğru kaymaya başlamıştır ama Mehmet Efendi aynı soğukkanlılıkla devam eder:
– Belli Hünkârım! Bursa’da halamın damadının teyzesi var da o da zurna çalmasını bilmez.
– Gerçek mi?
– Valla bilmez Efendimiz.
Derken arabanın yokuş aşağı hızı biraz daha artar ve Padişah dayanamayarak bağırır:
– Çekin şu Münasebetsiz Mehmet Efendi’yi, ya atlar bayılacak ya da ben!
ALTINDAN ÇAPANOĞLU ÇIKMAK
Çapanoğlu Ahmet Paşa, Yozgat şehrinin kurucularındandır. 1764 Sivas Valisi iken görevden alınır, bir süre sonra da öldürülür. Yerine büyük oğlu Mustafa Bey, daha sonra da Süleyman Bey geçer. Süleyman Bey, Yozgat’ı imar ettikten sonra Ankara, Amasya, Elazığ, Maraş, Niğde ve Tarsus gibi illeri idare etmeye başlar. Çapanoğullarının bu ünü her yana yayılır. Yalnız halk arasında değil, devlet adamları arasında da “Çapanoğlu” ismi ünlü olur.
Rivayete göre, devlet adamlarından biri, halktan bazı insanların aleyhine verilecek kararı sonuçlandırmak için soruşturma yaparken, Çapanoğullarından birinin adı da bu olaya karışır. Çapanoğullarının nüfuzundan çekinen diğer bir memur, “Bu işi fazla kurcalamayalım bence, altından bir Çapanoğlu çıkar.” der. Soruşturma aynen kapatılır.
YORGAN GİTTİ KAVGA BİTTİ
Anlaşmazlığa neden olan şey ortadan kalkınca, kavga da sona erer.
Nasreddin Hoca, bir gece uyurken, dışarıdan gelen gürültüyle uyanır. Gürültünün gittikçe arttığını görünce meraklanır. Yorgana bürünüp sokağa çıkar. Adamlar Hoca’yı böyle görünce, üzerine hücum ederler. Yorganı kaptıkları gibi kaçarlar. Hoca, yorgansız eve dönünce, hanımı dışarıdaki gürültünün ne olduğunu sorar. Hoca, “Gürültü bizim yorgan içinmiş. Yorgan gitti, kavga bitti.” der.
DAĞDAN GELİP BAĞDAKİNİ KOVMAK
Hakkı olmadığı hâlde, emek verilen bir yeri, bir işi, sahiplerinden zorla almaya çalışmak.
Köylünün biri kendine, ekecek bir saha açmak için dağdaki fundalık ve çalıları söküp temizliyormuş. Ayrık otu gibi çabuk üreyip etrafı kaplayan otları da söküp söküp atmış. Bu ayrık otlarından biri, arazinin eğiminden olsa gerek, çok bakımlı bir bağın içine düşmüş. Bağ sahibi de bunu önemsememiş. Fakat bir de bakmış ki bağının her tarafının ayrık otlarıyla dolduğunu görmüş. Bir sürü işçi tutarak, bağını bu ayrık otlarından temizletmiş, iyice masrafa girmiş. Toprağın derinliklerine salkım saçak kök salan bu ayrık otlarını temizletirken, kendi kendine şöyle mırıldanmış: “Dağdan geldiniz, bağdaki asmalarımı kovmaya kalktınız. Öyle yağma yok!”
SUYA SABUNA DOKUNMAMAK
Bir kimseyi rahatsız etmeyecek, hiçbir sorun yaratmayacak bir yol izlemek, kendine zarar gelmeyecek biçimde davranmak.
İyilikten anlamayan adamın biri, bir toplulukta, kendisine çok iyilik etmiş birinin hakkında ileri geri konuşmuş. Bunu işiten iyi kalpli adamın, canı sıkılmış. Nankör adamı bir köşede yakalayıp bir güzel dövmüş. Ardından da ağır sözler söyledikten sonra bırakmış. Ne yaptığını soranlara, “Suya sabuna dokunmadan, bir güzel yuğdum arıttım.” demiş.
MÜREKKEP YALAMAK
Okumak, öğrenim görmek.
Uzun yıllar tahsil görmüş, ilim öğrenmiş kişiler hakkında, “mürekkep yalamış” denir. Bu deyim bize, matbaadan evvelki zamanların elyazması kitaplarının ve hattatlarının yahut zanaatkârların yadigârıdır. El yazması kitapların sayfaları hazırlanırken, pürüzleri kaybolsun ve kalemin kayganlığı sağlansın diye parşömenlerin üzeri “aher” denilen bir tür sıvı ile cilalanır ardından da mühürlenirmiş. Aher, yumurta akı ve nişasta ile hazırlanan muhallebi kıvamında olup, kâğıt üzerinde bir tabaka oluşturur. Kitap kurtlarının pek sevdiği aher, aslında suyu görünce hemen erir. Aherlerin bu özelliğinden dolayı eski zamanların hattatları yahut kopya usulü kitap çoğaltan zanaatkârları bir hata yaptıkları vakit, onu silmek için (mürekkep silgisi henüz icat edilmemiştir), serçe parmaklarının ucunu ağızlarında ıslatıp, hatalı harf veya kelimenin üzerine sürerler, böylece zemindeki aher dağılır ve aherle birlikte hata da kendiliğinden kaybolup gidermiş. Bazen bütün bir cümlenin silinmesi gerektiğinde aynı işlemi tekrarlamak gerekir, hattatın serçe parmağına gelen mürekkep, ister istemez diline geçer, böylece hattat, mürekkebi yalamış olur.
Mürekkep, bezir isinden hazırlandığı için, suda çözülmesi tabidir. Bu yüzden el yazması eserler, asla su ve türevleri ile temas ettirilmez. Ancak kitap henüz yazılma aşamasındayken, mürekkebin bu özelliği hattatların işine yarar, gerek divitlerin ucunda kalan mürekkep lekelerini gidermek ve temizlemek, gerekse sayfaya küçük bir tırfil yahut imla koymak için diviti tekrar mürekkebe bandırarak israf etmek yerine, ucunu dillerine değdirir ve oradaki mürekkebin çözülüp kullanılmasını sağlarlarmış. Bu durumda da dillerinin mürekkep olması, yani mürekkebi yalamış olmaları kaçınılmazdır. Sonuçta eskiler, bir insanın yaladığı mürekkep miktarca ilminin ziyadeleştiğini varsayarlar ve okuma yazma bilenlerin pek az olduğu çağlarda, azıcık da olsa mürekkep yalamış olmayı toplum içinde saygı alameti olarak alırlarmış.
TABANLARI YAĞLAMAK
Uzak bir yere yürüyerek gitmek için, bütün gücünü toplayıp yola koyulmak, bir yerden koşarak uzaklaşmak.
Bir gün Nasreddin Hoca, yağmurlu bir günde evinin balkonunda oturmuş, gelen geçenleri seyrediyormuş. Bu arada herkes, yağan yağmurdan kaçışmaya başlamış. Bunlar arasında Hoca’nın tanıdığı yaşlı başlı, ak sakallı, cüppesiyle yağmurdan kaçan bir adam da varmış. Hoca, adama oturduğu yerden seslenerek, “Çoluk çocuğun koşmasına şaşırmadım da senin şu saçın ve sakalınla Allah’ın rahmetinden kaçtığını biraz tuhaf karşıladım.” demiş.
Zavallı adam evine yürüyerek gitmiş, gitmiş ama yağmurdan da sırılsıklam olmuş. Bir başka yağmurlu gün, bunun tam tersi olmuş. Daha önce yağmurdan sırılsıklam olan adam, evinin penceresine oturmuş, yağmuru ve yağmurdan kaçan insanları seyrederken bir ara paçalarını sıvayıp yağmurdan kaçan Hoca’yı görmüş. “Bu ne hâl Hoca? Ele verirsin talkını, kendin yutarsın salkımı.” demiş. Hoca bu, hiç altta kalır mı? Hemen cevabı yapıştırmış:
– Ben senin gibi yağmurdan kaçmıyorum ki. Allah’ın rahmetini çiğnememek için tabanları yağlıyorum.
TURNAYI GÖZÜNDEN VURMAK
Bir fırsatı çok iyi değerlendirip, umulmadık bir kazanç sağlamak.
Eski zamanlarda, şimdilerde de olduğu gibi, avcıların toplanarak, av hikâyelerini anlattıkları bir mekânları varmış. Burada bir araya gelerek, bazen doğru bazen de palavra dolu av hikâyelerini anlatırlarmış. Aralarındaki en yaşlı üye olan Şikarizade Sayyat Ağa, anlatılanların hepsini büyük bir dikkatle dinler ama söze hiç karışmazmış. Anlatılan hikâyenin sonunda da anlatıcı kim olursa olsun ona övgüler yağdırır, “aferin” dermiş. Sayyat Ağa’nın bu davranışı, diğer avcıların hep dikkatini çektiğinden, bir gün kendisine sormuşlar:
– Ey büyük avcı! Biz biliyoruz ki sen avcılık işini çok seviyorsun, hatta ona âşıksın. Beklide bunca yıllık deneyimin var. Uzun zamandan beri hep biz anlatıyoruz sen dinliyorsun. Lütfedip bir hikâye de sen anlatsan, biz dinlesek.
Bir müddet nazlanan Şikarizade Sayyat Ağa, yoğun ısrarlardan sonra iç geçirerek, “Ah!” demiş, “Çocuklar ne olursunuz beni konuşturup meclisinizi yasa boğdurmayın. Kaybettiğim gençliğimin acı hatıralarıyla beni yüzleştirip derdimi deşmeyin. Bir sürü hatıralardan biri var ki ne zaman aklıma gelse yüreğim yanıyor, içim parçalanıyor, etrafımdakiler ıstırabımdan gözyaşlarına boğuluyor, bir taraftan da gençlik yıllarımda işlediğim bir hatanın utancından boğuluyorum.”
Merakları iyice artan genç avcılar, ısrarlarını da artırmışlar ve nihayet Sayyat Ağa, bulunduğu pozisyonu değiştirerek, bir ortaoyunu sanatçısı gibi vaziyet alıp, anlatmaya başlamış:
– Gençliğimin ilk yıllarıydı. Avcılığa yeni başlamıştım. Tüfeği omzuma, tazımı da yanıma alarak yola düştüm. Kısa bir süre sonra gökte nazlı nazlı süzülen bir turna gördüm. Kendi kendime, “şu güzel kuşu zararsız yerinden vurayım” dedim. Kuşun en zararsız yeri tabii ki ayağıdır. Turnanın sağ ayağını hedefleyerek tetiği bastım. Zavallı turna, tam bu anda gagasıyla ayağını kaşıyor olmalı ki aniden acı bir çığlık yükseldi. Turnanın çığlığı yüreğimden yağ eritti sandım ama ne çare? Turna iki yüz üç arşın ileri bir yere düştü. Tazım anında fırlayarak bir dakika içinde turnayı yanıma getirdi. Hemen incelemeye başladım. Hedefim tutmuştu ama turna, gagasıyla ayağını kaşırken başını ayağına siper ettiği için, saçmalardan biri sağ gözünden girip sol gözünden çıkmıştı. İki gözlerinden kanlı yaşlar akıyordu. Vücudunun hiçbir yerinde başka yara yoktu. Hayvanın inanılmaz bir acı içinde olduğunu anlamıştım ve içimi pişmanlık kaplamıştı. Ne yapacağımı bilmiyordum, böylece donup kalmıştım. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama ikimizin de dayanılmaz acılar içinde olduğunu, sanırım tüm canlılar hissediyordu.
Hikâyenin burasında Sayyat Ağa derin bir iç geçirir, ayağa kalkıp şöyle bir dönerek, lenger üzerinde bulunan kâseden bir yudum su içer ve anlatmaya devam eder:
– Aman efendiler! Aman arkadaşlar siz, siz olun benim düştüğüm hataya sakın düşmeyin. İşte böyle nedamet içinde kıvranırken bir de ne göreyim? Bakarım ki çırpınan bu zavallı turnanın etrafında bir turna katarı belirmez mi? Hem kör turnanın hem de turna katarının kopardığı çığlıklar havada kıvrımlar çiziyor, yüreğimden yağ eritiyordu. Feryatlarını seziyor ama ne dediklerini anlayamıyordum. Kör turnanın etrafında çığlık dolu birkaç tur attıktan sonra aralarına alarak havalandılar. İşte sevgili dostlar, turnalar bu olayla birlikte katar hâlinde uçmayı öğrendiler. Benden intikam almak ve bana nispet olsun diye, böyle uçmayı bu olayla birlikte huy edindiler. Turnaların katar hâlinde uçmaları sadece kör turnayı götüren gruba has bir huy değil, dünyadaki bütün turnaların katar hâlinde uçmalarına ben sebep oldum… Efendiler! Sizi daha fazla üzüntüye boğmak istemem. Olayı anlatırken, yüreğimden kan gelir sanıyorum. Bütün vücudumdan ter yürüyor, bunalıyorum. Daha sonra kör turna rüyama girdi. Hayli yaşlanmıştı zavallı… Edeplice yaklaşarak; “Bütün avcıların en büyüğü! Ey ustalar ustası! İki gözümü aldın ama yeryüzündeki turnalara nasıl olmaları gerektiğini sen öğrettin. İlk zamanlar sana çok kırılmış senin için beddua etmiştim. Ama senin nezaketin ve büyüklüğün karşısında Tanrı’ya dua ediyorum. İki gözüm sana feda olsun, ey ustalar ustası!” dedi.
Şakirzade Sayyat Ağa’yı dinleyenlerden biri, dayanamaz, haykırır.
– Eh üstat! Durdun durdun ama turnayı da gözünden vurdun!
Sayyat Ağa’nın, kafasında kurduğu senaryoyu, uzun zaman sessiz kaldığı hâlde, tam da yeri gelince böylesine büyük bir ortaoyunu ustalığında, yaşar gibi anlatması ve dinleyenlerin şaşakalmasıyla, içlerinden birinin gösterdiği hayret dolu bu tepkili ifade, deyim hâline gelerek dilimize yerleşmiştir.
ÜSKÜDAR’DA SABAH OLDU
Bir şeyin zamanını geçirmek, geç kalmak, fırsatı kaçırmak.
Üsküdar’da yakın planda iki Selâtin Camii (Osmanlı İmparatorluğu döneminde, sultanların yaptırdıkları camilere verilen ad) bulunur. İlki Üsküdar İskelesi meydanındaki Yeni Valide Camii, diğeri ise Mihrimah Sultan Camii’dir. Bu camilerin güzel, gür ve yanık sesli müezzinleri, sabah ezanlarını, karşı sahildeki müezzinlerden daha önce okurlarmış. Gayeleri, Yıldız Sarayı’ndaki padişaha, sabahın sakin vaktinde seslerini duyurup onun dikkatini çekmek, ihsan koparmak, sonunda saray müezzinliğine tayinlerini sağlamakmış.
Üsküdar’da sabah ezanları okunurken, Beşiktaş’taki halk ve esnaf uyanır, diğerlerini de uyandırırmış. Uykuya dayanamayan ve uykudan bir türlü uyanamayan insanlara da “Hayır vakti tamamdır, duymuyor musun? Dinle bak, Üsküdar’da sabah oldu.” derlermiş.
TASI TARAĞI TOPLAMAK
Bir yerden gitmek üzere aceleyle bütün eşyasını toplayıp hazırlamak.
Eskiden seyyar berberler sokaklarda dolaşırmış, tekerlekli berber sandalyeleri şeklinde. Malum taslarını, taraklarını da yanlarında bir çantada taşırlarmış. Sabit bir yerleri olmadığından vergiden ve cezadan kaçmak için görevliyi görünce tası tarağı toplar giderlermiş.
Bu deyimin dilimize yerleşmesini sağlayan bir başka hikâyenin de şu olduğu rivayet edilir: Eski İstanbul’da Abbas adında bir dilenci yaşarmış. Dilendiği paralarla değerli yerlerde mülkler elde etmiş ve zamanla çok ünlenmiş. Bir Çingene genci, dilenciliğin sırrını öğrenmek için Abbas’ı hamamda yakalar ve bu sırrı anlatması için yalvarır. Abbas başlar sıralamaya:
– Bak delikanlı beni çok iyi dinle, bu işin üç şartı vardır;
1- Nerede olursa olsun isteyeceksin.
2- Kimden olursa olsun isteyeceksin.
3- Ne olursa olsun isteyeceksin.
Çingene dilenci, kalkıp Abbas’ın elini öper ve “Efendim, ben çok fakir birisiyim ne olur bana bir şey ver.” der. Abbas, bu ani isteğe şaşırır.
– Burası hamam be yavrum, burada dilencilik mi olur?
– Ama sen nerede olursa olsun isteyeceksin demedin mi usta?
– İyi ama ben zaten senin gibi dilenciyim.
– Ama ustam sen, kim olursa olsun isteyeceksin demedin mi?
– La havle… Evladım benim bu kurna başında neyim var ki? Elbisem dışarıda, paralarım evde. Gördüğün gibi bir tasım bir de tarağımdan başka bir şeyim yok ki.
– Ustam, üçüncü kural da ne olursa olsun isteyeceksin kuralı değil miydi? Olsun, ben onlara da razıyım.
Çingene dilenci, Abbas’ın tasını tarağını alarak gider. Etraftakilerin şaşkın bakışları arasında Abbas kendi kendine, “Şu dünyanın hâline bak. Tası tarağı toplattık. Artık bizden bu işler geçmiş.” der ve dilenciliği bırakır.
*
A. Suad Yağmur
yazarsozu@gmail.com
Bir önceki yazımız olan Elektrik Tasarrufu İçin 10 Pratik Yol başlıklı makalemizde elektirk tasarrufu, elektrik tasarrufu nasıl yapılır ve ilginç bilgiler hakkında bilgiler verilmektedir.