Breaking News

10 Dipnotla Kanuni Sultan Süleyman’ın Aşkı

Tarihimizin en çok tartışılan isimlerinden biri olan Kanuni Sultan Süleyman döneminde sarayda geçen bir aşk hikayesini sizlere sunuyoruz. Bu hikaye ilk kez www.hepsi10numara.com sitemizde yayınlanıyor. İddia ediyoruz güzel beyitlerle süslenmiş ve 10 dipnotla zenginleştirilmiş bu hikayeyi okuduktan sonra “aşka” bakışınız değişecek. Sözü fazla uzatmıyoruz ve sizi “ZAMANIN ÖTESİNDE” isimli bu muhteşem hikaye ile başbaşa bırakıyoruz.

***

Aşk imiş her ne var âlemde / Fuzuli

Sarayda bayram havası vardı. Sadece sarayda değil ülkenin her yerinde. Günlerdir Topkapı Sarayı’nda toplanıp biriken nakit ve hediyeler, bu gün padişahın altınlarıyla birlikte surre alayı(1) adı altında Hicaz’a doğru yola çıkacaktı. Padişah, Hadimü’l-Haremeyn ( Mekke ve Medine’nin Hizmetkârı ) olduğu için çok mutluydu. Surre emini seçilen yaşlı adam alayı teslim aldı. Kuran’dan aşırlar okunmaya, na’tlar söylenmeye başlandı. Kutsal topraklara emanetleri ulaştıracak alayın böyle mükemmel bir törenle yola çıkması Osmanlının ihtişamını gözler önüne seriyordu. Develer aylar sürecek yürüyüşe hazır ve kendinden emin bu uzun yolculuğun ilk adımını attı. Saraydan çıkışla başlayan yolculuk önce Topkapı’dan Beşiktaş’aydı. Bu yolda alaya halkın tahsis ettiği yüklü katırlar ve hediyeler de eklenecekti. Son iş olarak develerin üzerlerine halılar, ipekliler örtülecek; boyunları, baldırları takılarla donatılacak; kınalanacaktı. Bu hazırlıklar neredeyse akşama kadar sürdü. Gün boyu huzur dolu, güven veren bir hava sardı dört bir yanı. Gece olup da karanlık çökünce develerin ayak sesleri çok uzak diyarlarda kaldı. Geride kalan yüreklere tarifsiz bir hüzün düştü. Gidememenin, görememenin hüznü. Ayrılığı en derin Üsküdar hissetti. Çünkü alayın uğurlandığı son noktaydı Üsküdar: Hrisopolis(Altın Şehir).

Ertesi gün sakin başladı. Fakat öğleye doğru “Tez getirin kaftanımı.” emriyle titredi saray. Duvardaki hatt-ı reyhani(2) ile yazılmış “Kainatı yoktan var eden Yüce Yaratıcı” diye başlayan sözün harflerinin bütün gözleri kör oldu korkudan. Hattatın el çabukluğundan gereğinden fazla iç içe girmiş olan kef ve elif, daha bir sokuldu birbirine. Duvarlar, kapılar, pencereler “İyi ki de canımız yok.” diyerek şükredip tahtın önünde titreyen adamlara acıdılar.

Her an emre amade olan iki emir kulu ayrıldı huzurdan. İvedi, saygılı, korkulu kapattılar altın topuzlu kapıyı. Kapı kapanır kapanmaz sarayın koridorlarında dört ayak koştu. İki kişi aynı işi yapmaya öyle alışmıştı ki zamanla tek vücut olmuşlardı. Bu müthiş uyumun ritmine kapıldıklarında hangisinin kimin kolu, kimin bacağı olduğunu unuturlardı. Her şeye koşturmaktan cılız düşmüş bu kara kuru adamlar, her zaman hallerinden pek memnun bir ifade taşırlardı yüzlerinde. Yine aynı mimiklerle göz göze geldiler.

 

Elbise odasında bir birinden güzel kumaşlardan yapılma pek çok elbise vardı. Hepsi de sarayın baş simcisi tarafından simkeşhanede özenle işlenmişti. Bunca güzellik içinde karar vermek güçtü. İki adam söz birliği etmişçesine en süslü kaftanlardan birini çıkarttı. Sarı ipek üstüne değişik renkte taşların işlendiği bu kaftanın kumaşı bilmem hangi ülkenin ticaret yollarımızı kullanmalarına izin verdiğimiz için gönderdikleri sayısız hediyelerden biriydi. Denizler aşıp da gelen kumaşa kim bilir kaç genç kızın zarif parmakları dokunmuştu. Ve geceler boyu kaç hayal süs olmuştu parlak taşların yanında. Odada kimse olmamasına rağmen saygıyla çıkarttılar kaftanı yerinden. Biri yakasını ve kollarını beline kadar kavradı diğeri upuzun eteğini. Hızla yetiştiler huzura.

Sarığı başında, kaftanı sırtında yürüdü Padişah, padişah babasından kalma sarayın koridorlarında. Hep böyle olurdu; o, yürüdüğünde kubbe eteğine kadar çini olan duvarlar soğuk soğuk terler döker, en değerli nakkaşların elinden çıkan işlemelerin benzi güz yağmurlarına tutulmuş gibi sararıp solardı.

Aslında kimselere fazladan bir eziyeti yoktu. Paşa babasından, dedesinden ne gördüyse onu uyguluyordu. Adaletli, faziletli, kerametli olmaya çalışıyordu. “Gururlanma padişahım senden büyük Allah var!” diyen gurubun önünden çok yavaş geçti. O kadar ki bu cümlenin anlamını düşündü, içine sindirdi, ezberledi.

Genellikle sokağa tebdil-i kıyafetle çıkardı. Bu gün bir değişiklik yapmış  kimliğini saklamamıştı. Kim bilir belki de halkının sevgisini, ilgisini görmeyi özlemişti. Uzun boyluydu. Bir de padişah duruşunu –baş daima dik- uygulayınca daha da uzun, daha da heybetli görünüyordu. Onu gören herkes önce gözlerini fal taşı gibi açıyor, sonra yerlere kadar eğiliyor ve el etek öperek yarı büklüm geri çekiliyordu. Ülkenin en işlek pazarına doğru yöneldi adımlar. Çocuklar “Padişah geliyor, padişah geliyor….” diye avazları çıktığı kadar bağırıyordu. Halk hemen yol açtı saray erkânına. Kalabalık, alışverişi bırakmış, olduğu yerde kalmıştı.

Padişah : “Herkes işine devam etsin.” emrini verdi. Adamları bir anda emri koca pazara ulaştırdı. Şimdi padişah ortada yavaş yavaş halkını seyrederek ilerlerken herkes alışverişine devam ediyordu. Bu savaşlar fatihi, heybetli Sultan; şefkatli bir baba gibi zaman zaman durup insanlarla konuşuyor, bir dertleri olup olmadığını soruyordu. O sırada hafif bir rüzgâr çıktı. Adamları etrafında bir set oluşturdu. Yerdeki tozlar gözlere kadar yükseliyordu. Pazarda mal sahibi olanlar mallarının, alış verişe gelenler canlarının derdine düştü. Çünkü böyle hafif başlayan rüzgârın sonradan her yeri yıkıp geçecek kadar şiddetlendiğine defalarca şahit olmuşlardı.

Az ileride ipek ve kumaş satan bir yer vardı. Dükkân sahibi rüzgâra teslim olup nazlı nazlı sallanan ipeklerini bir an önce toplayıp sağlama alma derdindeydi. Ama müşterilerden biri onu rahat bırakmıyordu. İnce, tatlı bir ses ha bire farklı bir kumaş, farklı bir renk istiyor, adam istediğini çıkartınca da beğenmiyordu. Bu titiz müşterinin yanındaki kalabalık alış verişten sıkılmış, yorulmuş görünse de o pek iştahlı bir şekilde işine devam ediyordu.    Küçük hanım nihayet çok pahalı bir kumaş olan seraserde karar kıldı.

Rüzgâr yavaş yavaş etkisini kaybedince padişah da ilerlemeye başladı. Ama sadece bir iki adım gidebildi. İpek tacirini yorup duran kalabalığın önünden geçerken birden durdu. Az önceki rüzgârla deli gibi dans eden beyaz yaşmağın alt kısmı bembeyaz yanaklardan kurtulup dudakları açıkta bırakacak kadar aşağıya kaydı. Padişah bu manzarayı gördü. O küçücük dudakları hokkaya mı, noktaya mı, mime mi benzeteceğine karar veremedi. Bu güzel varlık, bir eliyle uçuşan yaşmağını tutmaya çalışırken cümlesine devam etmiş, gül yaprağı dudakları aralandıkça inci dişleri görünüp görünüp kaybolmuştu. Padişah seyrettiği bu güzellik karşısında donakaldı. Küçük hanımın yanındakilerden biri telaşla davrandı, güneşe ‘Ya sen doğ ya da ben.’ dedirten yüzün kapatılmasına yardımcı oldu.

O sırada padişahın kendilerine yaklaştığını fark ettiler. Uyumlu bir şekilde hep birden saygıyla eğildiler. Padişahın gözü sadece onu gördü. Nasıl oluyordu da menekşe rengi gözlerde bin bir renk gizlenebiliyordu. Endamı hoş olan bu güzel, uzun kirpiklerini aşağıya doğru eğerken hepsi ucu sivri oklara dönüşüp padişahın kalbini bin parçaya böldü, peşinden sürükledi. Aslında bu yan bakışı can alıcı kılan dudaklardaki o tatlı tebessümdü. Emir vermeye alışık olan padişah, o anda emirlerin en keskiniyle; gamzeyle tutsak oldu. Bilmiyordu ki bu bakış hayaline kazınacak, bir gamze uğruna gamzede olacaktı. Hiç kimselere duyurmayacak şekilde Nedim’in şu mısrası uçtu dudaklarından: “Afet-i can dediler gamze-i cellâdın için.”

Yanındakilere “Tez araştırılsın karşıdaki kalabalığın kimin nesi olduğu.” dedi. Dedi ve ilerledi. Oralarda bir şeyler bıraktığını fark etmeden ilerledi. Artık hem alacağı vardı hem de vereceği aşk meydanında.

* * *

Gece olunca altın yaldızlı, gümüş simli elbiselerini, sarığını, takılarını çıkardı padişah. Bazı geceler yatağına uzandığında kim olduğunu düşünürdü. Bu gece de öyle yaptı. Aslında kim olduğu tuğrasında yazılıydı, düşünmeye ne gerek vardı. Önce padişah babasının adı, sonra kendi adı ve “el muzaffer daima.” Peki, gece onu soyutlayınca; tuğrası, elbiseleri, sarığı olmayınca kimdi? Geriye ne kalıyordu? Yüreğini yokladı. Bu boşluk hissi onu çok huzursuz etti.

Yatağından kalktı. Boğazının kuruduğunu hissetti. Canı güzel bir elma şurubu istedi. Başucundaki minik zili çaldı. Hemen koridorda bildik sesler yankılandı. İki adam sanki gece yarısı değilmiş, sanki tatlı uykularından uyanmamış gibi dinç, saygılı huzurda eğildi.

Emri verişiyle kâseyi avucunda tutuşunu sadece yelkovan hissetmişti. Akrebin olaydan haberi bile olmamıştı. Kâseyi dudaklarına götüreceği sırada durdu. İçindeki gül yaprakları bu gün gördüğü güzeli düşürdü aklına. Onları incitmeden bu hafif ekşimsi şerbeti içmeye başladı. Ara sıra yapraklar dudaklarına değiyor sonra kâsenin en ucuna kayıyordu. Gül yapraklarının bu oyunu o geceyi gül dudaklı güzeli düşünerek geçirmesine sebep oldu. Aslında bu ilk defa olmuyordu. Şimdiye kadar pek çok güzel görmüş, hediyeler göndermiş, sarayında ağırlamış, haremine dâhil etmişti. Yani gözü de gönlü de böyle heyecanlara alışıktı.

Esma. Ah güzeller güzeli, bey kızı Esma! Yanağını güllerle, yüreğini sevgiyle, zihnini ilimlerle süsleyen Esma. Henüz yirmi birinde olmasına rağmen aşk ile şereflenmeyi, eksik yanlarını aşk ile gidermeyi bekleyen Esma, bir padişah aşkı hayal etmiş miydi bilinmez ama dünyada insanın başına gelebilecek bu en güzel şeye hazırlıklıydı. Gönderilen hediyelere aşk anlamını yükleyip karşısındakine aşkı hatırlatarak başlayacaktı işe.

 

“Ben rüzgârım, sen ateş /Seni ben alevlendirdim” Mevlana

 

***

Sabah uyanır uyanmaz kâsenin içinde susuz, soluksuz kalan gül yapraklarına takıldı gözü padişahın. Gece emir kullarına huzurdan çekilme emrini erken verdiği için kâse koyduğu yerde duruyordu. Bir an hayalini kurarak uyuduğu güzeli anımsadıysa da üstünde durmadı. Çünkü onu çok yorucu bir gün bekliyordu. Bu gün elçiler kabul edilecekti. Bunca işin arasında gönlünü dinlemeye vakti olmayacaktı. Aslında o öyle zannediyordu.

Birkaç saat sonra bir taraftan Mısır, Hicaz, Yemen’den gelen elçileri dinliyor bir taraftan da kalbinin sesini susturmaya çalışıyordu. Gün ortası artık yorgun düştü ve sordu: “Dün pazarda gördüğümüz gürültülü kalabalık neyin nesiydi?” Cümlesi biter bitmez cevap yetişti: “Asım Beyzadelerin küçük oğlu Hasan’ın kızı Esma Hanım, çok sevgili yardımcısının kına gecesi töreni için alışveriş yapmaktaydı Padişahım.” Padişah hemen Esma Hanım için kıymetli mücevherler hazırlattı. Hediyeleri sahibine ulaştıracak birkaç adam görevlendirdi. Kendisi de kaldığı yerden işlerine devam etti.

Padişahın kafası rahattı artık. Divan odasında elçiler için mükemmel bir ziyafet hazırlanmıştı. Ziyafete elçilerin yanında Şeyhülislam, Serasker ve birkaç divan üyesi de katılmıştı. Padişah sabahki halinin aksine etrafıyla ilgileniyordu. Neşeli bir şekilde sofranın başköşesindeki yerini aldı. Aradan fazla vakit geçmemişti ki kapıda bir adam belirdi. Ezile büzüle gönderdiği adamların döndüğünü haber verdi. Padişah bu cümleyi önemsemedi bile. Yemeğine döndüğü sırada kapıdaki adam vücudunu nerelere saklayacağını bilemez bir halde devam etti: “Padişahım bilmek istersiniz, adamlarla birlikte hediyeler de geri geldi.” İşte o anda kızılca kıyamet koptu. Aman Allah’ım o ne hışımdı! Herkes kendine kaçacak delik aradı. Adam titremek ne kelime kolundan aşağısı kopacakmış gibi sallanan elini durdurmaya çalışarak avucundaki kâğıdı padişaha uzattı. “Padişahım bir de bu mektup… ” Oku emri beklenirken padişah mektubu aldı ve kendisi okudu: “Şevketli, kerametli, Efendim Padişahım, aşk sanattır. Bu sanatın tek bir ortağı vardır. Yine de ferman sizindir Padişahım.”

Padişah sinirden deliye döndü. Ne demekti şimdi bu? Nasıl olur da gönderdiği hediyeler kabul edilmezdi. Hem âşık olan da kimdi? Bu sadece bir tutku değil miydi? Gün boyu bu sinirle dolandı. Nihayet öfkesine gece yetişti. Sakinleşince aklını devreye sokmayı başardı. Aslında şehzadeyken aldığı en önemli eğitimlerden biri duygusal kararlar vermemek ve öfkesini kontrol altında tutabilmekti. Çünkü çok iyi biliyordu ki sinirli bir insan asla gerçekleri göremez, sağlıklı kararlar veremez. Henüz çocuk sayılabilecek yaşlardayken bilmem hangi ilim dersinden sonra arkadaşlarıyla taylarına binmişler yarışıyorlardı. Kendi tayı en asil, en güçlü kısrağın yavrusuydu. Başka biri öne geçti diye hemen sırtından atlamış, yarışı yarıda kesmişti. Üstelik bir de tayını “Kim isterse onun olsun” diyerek ortada bırakıp gitmişti. Oysa sonradan ne kadar üzülmüştü. Ama söylediği sözden cayamamış, tayını kaybetmenin acısını içine bastırmıştı. Bu olaydan sonra kendi kendine öfkesini yenme sözü vermişti. Fakat bu o kadar kolay değildi.

Şimdi gün boyu süren öfkenin yerini merak duygusu almıştı. Ve zihninde yepyeni bir kelime vardı: aşk. “Aşk sanattır. Bu sanatın tek bir ortağı vardır.” Hem düşünüyor hem odasında bir aşağı bir yukarı dolanıyordu. Zamanla bu gidiş gelişler halının üstünde bir ahenk oluşturdu. Giderken halıdaki madalyon motifinin sağından dolaşıyordu, gelirken solundan. Ayrıca sonsuza kadar uzanan zemin desenine odaklanmak içini rahatlatmıştı. Bir an için canını sıkan her şeyden sıyrıldı. Halıda kaç düğüm, kaç ince vuruş vardı. Nasıl bu kadar çok emek verilebiliyordu. Bu düşüncelerdeyken birden çehresi aydınlandı. Bulmuştu Esma Hanım’ın şifresini çözmüştü. Gönül rahatlığıyla yatağına girdi. Tam karşıda zengin bombeli aynasının üstünde duran yeşim taşından yapılan üzeri zümrüt, yakut, firuze taşlarıyla işlenmiş gülabdana baktı. Ağzı dar gövdesi geniş bu sanat eseri çok güzeldi. Ama içine düşen börtü böceğin hapishanesi oluyordu. İşte onun da kalbi böylesine güzel bir mekânda kapana kısılmıştı. Muhtemelen şu anda gülabdanın içinde bir iki kelebek gülsuyu kokulu bir ölümü tadıyordu. Kaçınılmaz, sarhoş edici bir ölümü. Ah Esma Sultan ah!

Keşke rüzgâr biraz daha şiddetli esseydi de yaşmağın üst kısmı da açılsaydı, böylece kaşlarını da görseydim diyerek vahlandı. O an yüz yazıcılarının yerinde olmak istedi. O dünya güzelinin kaşının kıvrımını belirginleştiren kalemi kıskandı. Kaşların yayında kaybolmak, gözün sürmesinde erimek heyecan verdi ona. Ellerin kırılsın kalemkâr(3), dillerin lal olsun.

Zaten ebru olan kaşı yay eyleyip okları batırdın kalbime. Karalar çektin gönlüme, bahtın kara olsun. Kapında kara baykuşlar ötsün. Ocağımı yağmaladı sanatın. Ocağına incir ağaçları dikilsin. Pek çok güzelin kaşına gözüne dokunan kalemin çilesini düşündü sonra. Ne büyük işkence sen sür sürmele, el baksın. Sonra da sevgilinin saçlarını hayal etmeye çalıştı. Zülfün telinde kırk yıl asılı kalsın gönlü, razıydı. Tek kokusu gelsin esen yelle, yeterdi ona.

Aşiyan-ı mürg-i dil zül-i perişanundadur /  Handa olsam ey peri gönlüm senün yanundadur / Fuzuli

(Gönül kuşunun yuvası senin dağınık saçlarındadır. Ey peri! Nerde olsam gönlüm senin yanındadır.)(4)

Bunları düşünürken uyuya kaldı. Rüyasında kalemkârın güzelim gelinin kaşını düzeltirken gözünü çıkarttığını gördü. Zihni derin, sıkıntılı rüyalarda yoruldu.

Esma Hanım yaşayacağı heyecanları, kıskançlıkları, bekleyişleri, mutluluklar, gururu, yalnızlığı, birlikteliği, hırsı, teslimiyeti düşündü. Aşkı bulmuş ve buldurmuştu. Bundan sonra sırada alev olup yakmak; yakarken de yanmak vardı. O an yüzünde en sevimli ifadelerinden biri oluştu. Kaşlarının kıvrımı daha da bir belirginleşti. Yanağının dudağıyla birleştiği noktadan küçük bir gülücük uçtu. Unutulmuş ta son anda yerleştirilmiş kadar küçük burnu yukarı kalktı. Naz onun hamurunda vardı. Nazlanması için ille de yanında birilerinin olmasına gerek yoktu. Bu şımarık hal ona çok yakışıyordu. Esma Hanım her şeyin ölçüsünü iyi ayarlardı. Buna şımarıklık da dâhil. Simsiyah saçları beyaz patiska üstüne kanaviçe işlenmiş yastığında dağıldı. Göz göz iğnenin ucuyla kırmıza boyanmış gül yaprağı ile yanağı birleşti. Yumuşak pembe yanağı gül yaprağının yumuşaklığıyla rahatladı. Gözlerini kapattı, güzel rüyalara, şimdiye kadar hiç yaşamadığı tatlı heyecanlara daldı.

* * *

Padişah sabah ilk iş olarak şu emri verdi: Bir halı, bir çini levha ve bir de pahalı bir vazo getirilsin.” Buydu Esma Hanım’ın söylediği, buydu. O, sanat değeri olan hediyeler istiyordu. Aşk sırrının ortağı sanatsal hediyelerdi. Çünkü aşk da bir sanattı. Hemen sine düğümü tekniğiyle bahar dalı işlemeli bir halı, sıratlı tekniğiyle boyanmış susen ve nergislerin boyun büktüğü bir çini levha, ebru sanatının mükemmel bir ürünü olan mavi zemine sarı lale desenli harika bir vazo hazırlandı, Esma Hanım’a yollandı.

Padişah sırrı çözmenin rahatlığı ve biraz da gururuyla orta kapıdan ikinci avluya çıktı. Atının hazırlanmasını emretti. Arap kırması bu siyah atın üstündeyken devlet işlerini düşünmek bile onu rahatlatırdı. Şimdi sadece bu kadar çabuk çözmeyi başardığı sırrı ve Esma Hanım’ın güzel yüzünü düşünüyordu.

Uzun zamandır ava çıkmamış, atıyla avluda bile dolaşmamıştı. Böyle olmasına rağmen hala iyi bir ikiliydiler. Bu mükemmel uyum çok hoşuna gitti. Çocukluğunda gösterilen o sıkıcı dersler arasında belki de zevk aldığı tek ders binicilikti. Bir iki üç beş derken sarayın bahçesindeki küçük gezinti epeydir ertelediği antrenmana dönüştü. İkisi de yaptıkları işe kendini kaptırmıştı ki gönderdiği adamların geldiği haber verildi. Padişah atından indi. Sanki bu asil hayvan onun söylediklerini duyuyormuş gibi kulağına eğildi: “Ne dersin oğlum, bu aralar ikimiz de biraz antrenmansız mı kalmışız?” Hayvan mağrur başını korkusuzca uzatıp boynunu “Kellesi tez vurula!” diyerek nice boyunları başlarından ayırma emrini yazan ellere teslim etti.

Atın bakımıyla ilgilenenler padişahın bu ata ne kadar değer verdiğini bildikleri için daha bir titizlik gösterirlerdi. Bir el işaretiyle görevlilerden ikisi koşarak geldi. Hemen terleyen atın üstüne ipek bir şal atıp ahıra götürdüler.

Saray halkı bu günün sessiz, huzurlu ortamından pek memnundu. Fakat padişahın avludan içeri girişiyle yine kıyamet kopuverdi. Manzara aynıydı: Padişahın elinde bir mektup karşısında yorgunluktan daha çok korkudan tir tir titreyen üç beş adam.

 “Kerametli, Kudretli Efendim, Padişahım, her sanatın bir şifresi vardır. En ince, en hassas, en zor çözüleni söz sanatıdır. Aşk sırrı sevgiliye söylenirken bir tek söz ortak olabilir bu sırra. Yine de ferman sizindir Padişahım.”

Fermanın bu olayda kendinde olmadığını artık biliyordu padişah. O Esma Hanım’ın güzelliğine, daha çok zekâsına, ondan da çok kendi içindeki merak duygusuna esir olmuştu. Artık sevgiliyi gördüğünde (hayalinde, rüyasında) kendini kaybediyordu. Sırrın ilk aşamasını bile çözememişti işte. Aşk sırrının ortağının söz olduğunu Esma Hanım söylemişti. En çok da buna canı sıkıldı. Huzurundaki herkesi dışarı çıkarttı bir tek lalası hariç.

Arz-ı hal etmeğe cana seni tenha bulamam / Seni tenha bulucak kendimi asla bulamam.  Ulvi

(Sevgilim! Halimi (yani aşkından dolayı başıma gelenleri ve isteklerimi) arz etmek için seni tenha bulamıyorum. Seni tenha bulunca da kendimi asla bulamıyorum)(5)

Elindeki mektubu hocasına uzatırken “Lala lala, bak bakalım akıl yürütebilecek misin?” diye sordu. Yaşlı âlim kâğıdı okudu. “Padişahım, bu sualin cevabı sizde saklıdır.” diye söze başladı. Sesine hem bir hocanın talebesine olan sevgisi hem de bir şahsın padişahına olan saygısı hâkimdi. Bu yüzden padişah, bu ilimleri hatmetmiş yaşlı bilginin söylediği her şeye değer verirdi.

Sesindeki rengi hiç değiştirmeden devam etti hocası: Ben ancak söyleyeceklerimle sizin yolunuzu açabilirim. Bu noktaya sizi getiren aşktır. Aşkı yüreklere düşüren onu yaratandır. Bu yüzden aşka sual sorulmaz, aşk sorgulanmaz. Kalplere bizim isteğimizle yerleşmediği gibi biz isteyince de çekip gitmez. Bahaneler işe yaramaz. Aşk başa geldi mi bey de odur, padişah da. Âşık ancak esirdir. Bu esaretten memnun olmaktır işin en tuhaf yanı.

Unutmayın Sultanım bir aşk uğruna yaratılmıştır âlem. Dünya kurulduğundan bu yana aşk için yazılmış, çizilmiş, söylenmiş, ağlanmış. Yasaklandıkça çoğalmış, kavuşmalarla azalmış. Vuslat düşmanı olmuş, ayrılık dostu. Bin parçaya bölmüşler, binini de tamamlamadan pes etmemiş. Bülbülün kalbine batan diken gibi batıp durmuş asırlar boyu kalplere. Bülbülün amacı beyaz gülü kırmızı renge dönüştürmektir kendi kanıyla. Dışarıdan bakılınca işte bu kadar basit görünür göze aşkın amacı. Ama düştüğü gönülde tek hedeftir. Bu yüzden asırlardır sürer bu kırmızıya boyama işi. Aşkın yanakları kızardıkça kızarır yeni yeni kan damlacıklarıyla. Aşkın gözü kördür. Hem de ezelden bu yana. Bu yüzden bir gönüle bir sevda düşmeye görsün gerisi boş, gayrısı yalan.

 

***

Esma Sultan fildişinden ince ince oyulmuş çiçeklerle süslü aynasını eline aldı. Aynanın çerçevesinde Yaradan’dan aynaya bakanın yüzünü her daim nurlu kılmasını dileyen Osmanlıca bir beyit dolanıyordu. Esma Sultan güzel yüzünün aksiyle aynayı ışıklandırdı, beyitteki duayla nurlandı. Bir an aşığına lütuf olarak aynasını göndermeyi düşündü. Sonra vaz geçti. Çünkü bu davranışıyla onu sadece kendine odaklayacaktı. Aynayı alan padişah kendinden önce sevgilisini gören bu nesnede sadece Esmayı bulacaktı. Oysa onun amacı bu değildi. Gönlünün Sultanı aşk ile birlikte varlığın anlamını da bulsun istiyordu.

Kitaplarda aynanın geçmişiyle ilgili pek çok şey okumuştu. Mesela ayna olmadan kadınlar güzelliklerini suda seyrediyordu. Elinde ayna tutup yüzünü ilk tanıyan dilberin hissettiklerini düşünerek uykuya daldı Esma Sultan. 

* * *

Padişahın kulaklarından hocasının söyledikleri hiç gitmiyordu. Ezber yapmaya çalışan talebe gibi zaman, mekân seçimi yapmadan mırıldanıp duruyordu. Hal böyle olunca da durup durup düşüveriyordu aklına kara sevdası. Karalar bağlayan, kurşunlara gelesi sevdası. İçini döve döve, eze eze acıtan sevdası. Acıta acıta uyuşturan uyuşturdukça alıştıran sevdası.

Günler böyle birbirini kovalıyor, padişah çözemediği bu sırla yaşamaya yavaş yavaş alışıyordu. Özellikle kendi kendine kaldığında içindeki merak ve sıkıntı artıyor, yaşadığı duyguların ona sarhoş edici bir mutluluk mu, acı mı verdiğine karar veremiyordu. Bu sır çözülünce boşluğa düşeceğini düşündüğü anlar bile oluyordu. Sevgiliden ayrı olmak aşkını çoğalttıkça çoğaltıyordu.

Işk derdiyle hoşem el çek ılacumdan tabib / Kılma derman kim helaküm zehri dermanundadur. / Fuzuli

(Doktor! Aşk derdinden memnunum, bana ilaç yapmaktan vazgeç. Derdime dermen arama; çünkü ölümümün zehri, senin ilacındadır.)(6)

Yeni bir günün erken saatleriydi. Padişah minyatür sanatının en güzel örneklerinden biri olan duvar halısının önünde durdu. Bir kitaptan resmedilmiş bu sahnede savaş gemilerinin bir birine yakınlığı gerçekmiş hissi uyandırıyor, insanın içine o dehşet anını düşürüyordu. Çıktığı seferleri, kazandığı zaferleri hatırladı. Ve şimdi Esma Hanım’a nasıl yenildiğini. Yorgun bakışlarını aşağıya eğdi. Artık geceleri hep uykusuz geçiyordu. Devlet işleri bu uykusuz beyne zor gelmeye başlamıştı. Sarayda o tatlı sert hava özlenir olmuştu. Padişah ya çok sinirli, ya çok dalgındı. Son günlerde dalgınlığına, sessizliğine tuhaf bir hava eklenmişti. Sanki bu içini kemiren sırla yaşamaktan zevk alıyordu.

Şimdiye kadar hasta şehzadeleri, ruhu sıkılan sultanları iyileştiren saray bahçesine doğru ilerledi. İnsan hayalini zorlayan fantezilerle dolu olan bahçe, zihinlerin gerçekle hayali birbirine karıştırmasına sebep olabilirdi. Kareye yakın bu alan; şekliyle, içindekilerle insanı kendine hayran bırakacak güzellikteydi. Güneş vurdukça parlayan ağaçlar, tarhların içinde heybetli görünürken çiçekler yerlerde mütevazı hallerine alışmış, süs vazifesindeydi. Gövdeleri altın yaldız kaplı ağaçların tarhları arasına misk ve kâfur dökülmüştü. Bahçenin kenarındaki fisto görünümlü parmaklıklar birbirine eş uzaklıkta kurulmuştu. Sağa sola düzensizce atılmış kristaller gibi duran havuzlar belki de bahçeyi dayanılmaz kılan en önemli parçalardı.

En güzel sözleri taş bağırlarında barındıran çeşmeler her gelene bir avuç serinlik sunmaya hazır, köşelerinde beklemekteydi. Ağzından su akan aslan heykelleri sanki bu sıcak havayı biraz değiştiriyordu.

Ne tuhaf attığım adımı takip eden şu iki emir kulum, vezirim, lalam, etrafımdaki bunca insan bana ne kadar yakın bir mesafede duruyor. Fakat hepsinin mutlulukları, korkuları, beklentileri, günlük telaşları farklı farklı. İnsanların hayatları bu kadar iç içeyken bu kadar ayrı olabiliyor. Aslında herkes farkında olmadan bu dünyadaki kendine ait taşları bir an önce toplayıp yerli yerine dizip gitme telaşında.

Bahçenin efsunlu havasıyla padişah böylesine derin düşüncelere dalmıştı. Onu bu derinlikten uzaklaştıran bahçıvanın elindeki altın kaplama makasın sesi oldu. Adam işini her zamanki titizlikle, sanki bir bestenin kemancısıymış gibi sanatsal bir ruhla yapıyordu.

Padişahın kaftanının eteğindeki laleler bahçedekileri kıskandıracak kadar renkli ve canlıydı. Daha ilk adımda yerdeki kırmızı lalelerden biri ipeğin yanağını okşadı. ‘Ben gerçeğim.’ diyerek nispet yaptı. En hünerli ellerin marifeti olan renkli akis, ‘Gerçeksin ama solacaksın.’ der gibi gururundan hiçbir şey eksiltmeyerek takılıverdi padişahın peşine.

Bahçede en çok yer tutan çiçek laleydi. Çünkü o nice akılları çıldırtacak kadar güzel, nice zenginleri fakirliğe düşürecek kadar işveliydi. Asaletin, varlığın göstergesi sayıldığı için pek çok bahçenin gözdesi olmuştu. Aslında onun en büyük özelliği ismiydi. Lale kelimesindeki harfler Allah aşkıyla boyun büküp yere, mekâna önem vermeyince ortaya Allah ve hilal kelimeleri çıkıyordu. İşte bu yüzden pek çok padişah onun koruyucu özelliği olduğuna inanmış elbiselerinde lale motiflerine yer vermişti. Belki de günün birinde gerçeklerini kıskandıracak kadar güzel işlenebilecekleri kimsenin aklına gelmemişti.

Padişah çiçekler arasındaki bu gizli rekabeti fark etmiş gibi eğildi, sarı lalelerden birinin yaprağını okşadı. Atalarının savaşlara çıkarken yanlarına mutlaka lale soğanı aldıklarını hatırladı. Başının üstünde koca bir sarık taşıyan bu çiçeğe sevgisini sunmak istedi. Yanına çömeldi. Yapraklarındaki kıvrımları inceledi. Bahçelerin güzel sultanı, daha da bir güzelleşti kudretli parmakların dokunuşuyla. Bu önemseyişe karşılık o da hoş kokusunu sundu. Padişahın laleye dolayısıyla lalezara gösterdiği bu lutfu selsebiller, fıskıyeler, merdivenler, gülistanlar, çemenzarlar, salkımlı çardaklar çekemedi. Hepsi en tatlı, en mahçup hallerini takınıp sıranın kendilerine gelmesini kıskanç gözlerle beklemeye başladı. Padişah ruhunu bu güzel, sakin havaya teslim etti. Bütün bu güzellikler ona varlığı ve yokluğu düşündürttü. Her şeyi vardı. Her şey emrindeydi. Ama nereye kadar. Bu dünya Sultan Süleyman’a bile kalmamıştı. Kendisine ne kadarı kalacaktı ki. Bunca güzelliğin içinde tek önemli olan akıl ve vücut sağlıydı. Ama o, bir güzel uğruna günden güne akıl sağlığını ve buna bağlı olarak da vücut sağlığını kaybediyordu. Durdu. Önündeki çeşmede yazılı olan beyiti okudu.

Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi  / Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi. / Kanuni

Birden kafasında şimşekler çaktı. En ince, en hassas, en zor çözülen söz sanatı: şiir, şiir, şiir, şiir… Bunu defalarca tekrar etti. Soluğu kütüphanesinde aldı. Hemen en meşhur şairlerin divanlarını karıştırmaya başladı. Önce Fuzili’den sonra Baki’den birkaç beyit seçti. Ama her defasında seçtiği beyitleri duygularını anlatmada yetersiz, yavan buldu. Sonunda bir padişah kelamında karar kıldı: Stanbul’um, Karaman’ım diyar-ı milket-i Rumum

Bedehşanım ve Kıpçağım ve Bağdad’ım, Horasan’ım / Saçı varım, kaşı yayım, gözü pür fitne bimarım / Ölürsem boynuna kanım, meded hey na Müslümanım / Kanuni Sultan Süleyman

(İstanbul’um, Konya’m, Anadolu toprağım / Bedahşanım, Kıpçağım, Bağdadım, Horasanım / Güzel saçlım, yay kaşlım, gözleri fitne sevgilim gel, hastayım /  Ölürsem kanım, günahım senin boynuna, yardım et ey gayrimüslimim) 

Seçtiği şiiri yazdırdı, tuğrasını çektirdi ve doğru Esma Hanım’a yolladı. Çok ama çok keyifliydi. Esma Hanım sırrı çözdüğümü görünce dudakları şaşkınlıktan ne güzel bir hal alacak.

 

O an orada olup o güzel manzarayı görebilmeyi isterdim diye düşünerek bıyık altından güldü. Yerinde duramıyordu. Heyecandan bir oraya bir buraya gidiyor, açık bıraktığı kitapları eline alıp şuradan buradan birkaç mısra okuyor, kendine oyalanacak işler icat etmeye çalışıyordu. Sanki aradan bir asır geçmiş gibi beklemeye tahammülü kalmadığı anda adamlar döndü.

Emir kulları, saltanatın mührüyle şereflenen, değerine değer katan mektubu uzattılar haşmetli ellere korkarak. Herkes geri gelen bu mektupla yine padişahın delirmesini bekliyordu. Padişah kâğıdı açtı. Gönderdiği şiirin sonuna şairin adı eklenmişti Esma Hanım’ın el yazısıyla. Bir de şu söz: Her sevdanın şifresi kendi harflerinde saklıdır. Ve bir hikâye. Sır dolu bu olayı daha da karmaşık bir hale getiren kısa bir hikâye:

Çinli ve Anadolulu ressamlar, kimin daha usta ressam olduğu konusunda anlaşmazlığa düşerler. Bunun üzerine padişah onları imtihan etmeye karar verir. Büyük bir odayı perdeyle ortadan ikiye bölerler.

Çinli ressamlar kendi taraflarında kalan duvarı eşsiz güzellikte resimlerle bezerken, Anadolu ressamlarının yaptıkları sadece kendi duvarlarını cilalayıp parlatmaktan ibarettir. Nihayet süre dolar. Padişah Çinli ressamların mükemmel resimlerini görünce hayran olur. Daha sonra Anadolu ressamlarının tarafına geçer. Bu ressamlardan biri aradaki perdeyi kaldırınca Çinli ressamların yaptığı resimler cilalanmış duvara daha güzel, daha alımlı bir şekilde akseder. (7)

Padişah kâğıdı beklenin aksine gayet sakin bir edayla kapattı. Okuduklarını beynine kazıdı. Öyle sakin, sessiz durdu, durdu, durdu.

***

Güneş o altın kaplamalı sarayından mağrur mağrur inerken Sultan Süleyman’ı düşündü. Bu gün şiirlerini okuyunca kendini ona daha yakın hissetmişti. Bu şair padişahın, saray hattatları tarafından büyük bir ustalıkla kâğıda geçirilen şiirleri çoğu zaman mürekkebi daha ıslakken üstüne serpiştirilen altın tozlarıyla süslenirdi. Şairlerin yürekleri yaşadıkları sürece hep bedenlerinden uzaklardadır. Ne garip Süleyman’a yüreğiyle bedenini birleştirmek hiç nasip olmamış. Şimdi uzaklarda Sultan Süleyman’ın kalbini şefkatle ve gururla saklayan topraklarda Zigetvar’da da güneş batıyordu. Güneşin kılıçlarının kıpkızıl ve ipincecik gölgeleri Aşkın Sultanının kalbinin gömülü olduğu yeri işaret eden kitabenin üstünden boynunu eğip geçiyordu. O toprakların dilberlerinin yanakları akşamın rengine boyanıyor, kalbi vatanından uzaklarda kalan bu yiğidin hikâyesini bildikleri için her gün tarlaya giderken ve dönerken yol üstünde bulunan misafirlerini selamsız geçmiyorlardı: “Geleneklere göre sefer sırasında ölen padişahların kalpleri öldükleri yere gömülürmüş. Uzun zaman önce buralara gelen bir Sultan burada ölmüş…”

Padişah elini sol yanında gezdirdi. Ruhu bedeninden bu kadar mı uzaklaşmıştı? Yaşam belirtisi sayılan ses belli belirsiz duyuluyordu. Kim bilir onun kalbi de hangi uzak diyarlarda toprağın soğuk ama ferahlatıcı, şefkatli kucağında güneşin kızıllığını emiyordu.

Her şey onun içinde yaşanıyordu. Dışarıda hayat eskisi gibi şaşalı, eskisi gibi gerçekçi, eskisi gibi hareketli, eskisi gibi eskiydi. O, içinde çıktığı seferi bir türlü sonlandıramıyor, burçları fethedip bayrağı dikemiyordu.

***

Sinede evvel ne muhrik arzular var idi / Lebde serkeş ahlar aheste hular var idi /  Nedim

(Evvelce göğüste ne yakıcı arzular vardı, Dudakta söz dinlemez ahlar, ateşli hular vardı. ) (8)

Gece olup da yatağına uzandığında gözlerini kapadı. Bir ah çıktı ağzından. Elifle he’nin en sıcak buluşmasıydı bu. Yandı her yanını saran sıcaklıkla içi. Eridi kaskatı olmuş, sevmeyi unutmuş kalbi. Ağacı, çiçeği, böceği, kurdu, kuşu sevmeye vakit bulamadığı için en sevgiliyi sevdiğini unutan kalbi. En sevgiliyi ve onu en çok seveni.

Savaşlarda önünde etten duvar oluşturan askerlerini düşündü. Canlarını onun canından daha değersiz tutanları. Can: bir nefes, bir kalp atışı. Ne kadar basitti böyle düşününce. Ömürde fazladan bir gün olmayı versin ne değişecekti ki. Cana canan sarılınca kıymetleniveriyordu birden. Göze ve gönle zor geliyordu işte o zaman mekan değiştirmek. Canan: sevgili. En Sevgili’ye götüren yol. Ve onu en çok sevene.

O, Esma Sultanın sırrını çözmeye çalıştığını zannediyordu oysa her an pek çok sır gözlerinde, avuçlarında eriyor, bir yolunu bulup yüreğine akıyordu.

Esma Hanım gönlünü ve güzelliğini ona teslim etmiş olsaydı şimdiye kadar belki de adını bile unutmuş olacaktı. Ulaşılamayan bu güzellik, haremin uzun koridorlarında, küçük iç avlularında yerini alacaktı. Günleri enteresan çeşmelerin aktığı havuzlu büyük salonla meyve ve çiçek resimleri ile bezeli yemiş odası arasında mekik dokuyup Padişahın yüzünü görebilme hayalleri kurmakla geçecekti. Ama şimdi Esma Hanımlıktan Esma Sultanlığa yücelmişti. Ne kadar kızsa da karşısındakinin zeki oluşu hoşuna gidiyordu.

Yatağından kalktı, pencereye yaklaştı. Kütüphanesinin yanında sıra sıra dizilmiş mumlardan birinin başının üstünde dönüp durmakta olan pervane dikkatini çekti. Pervane neşeli kanat çırpışlarıyla mumun parlak alevi etrafında dans ediyordu. Her dönüşünde çemberi daraltıyordu. Padişah olacakları merak ve şaşkınlıkla izledi. Bu küçük gece kelebeği, şimdi attığı turda ışığa yaklaşmanın verdiği hazla biraz daha cesur davrandı. Aleve daha yakın uçtu. Fakat kanadı mumun yakıcı sıcaklığından karardı. Pervane hiç oralı olmadı. Daha da yaklaştı. Sanki acı çekmek hoşuna gidiyordu.

            Aşk ile girdi devrane                     Can pervane

           Döndü, döndü pervane                  Canan pervane

           Vuslat diledi Şem’ine                       Bu aşk ile

            Söndü söndü pervane                   Yan pervane(9)

Padişah mum ile pervanenin aşkını anlatan pek çok mesnevi okumuştu ama hiç böyle bir olaya şahit olmamıştı. Kendini pervaneye benzetti. O da Esma Sultan’a yaklaştıkça yaklaşmak istiyor acı çektiğini fark edemiyor, belki de bu acıdan zevk alıyordu. Yani şimdi bu olayda bütün suç aklını kaybeden pervanenin mi? Hayır. Mumun alevi olmasa pervane kendini ateşe atar mı? Ah! Esma Sultan’ın o yan bakışı olmasaydı ben bu hallere düşer miydim? Peş peşe sorular sordu padişah. Kimse duymadı sesini. Pervane aşk uğruna yanmakla meşguldü, mum yandırmakla. Bu aşk savaşının sonunu görmek istemedi.

Odanın ortasına doğru ilerledi. Yüreğinde ayrılık acısı, gözlerinde sevgilinin hayali öylece durdu. Ne garip diye geçirdi içinden. Bütün pervaneler bu sonu yaşayacaklarını bildikleri halde mumun çekim gücüne kapılıyorlar. Aşk bile bile yanmak olsa gerek. İsteye isteye, hevesle yanmak. Aşk ateşinin kavurucu sıcaklığını tam göğsünün üstünde hissetti. Yani durum bu tarafta da pervaneden pek farklı değildi.

İki vücut, tek beyin olan emir kulları padişahın odasından gelen tıkırtılarla tedirgin, kapının önünde bekliyordu. Çekilebilirsiniz emrini almamışlardı henüz. Bu, padişahın bir şeylere ihtiyaç duyacağı anlamına gelmiyordu. Koca Devletli, zaman zaman bu adamların canlı birer varlık olduklarını unuturdu işte böyle. Yemek yediklerini, uyuduklarını, yorulduklarını… Hatta bir isimleri olduğunu. Buna sebep kendileriydi. Çünkü bu kadar otomatik olmanın sonucuydu bunlar. Sahi bu adamların bir ismi olmalıydı. Kendi isimlerini hatırlıyorlar mıydı? Ecnebi memleketinden gelen bu iki şahıs, sözde dilimizi bilmiyordu. Ama verilen emirleri anlıyorlardı. Kendi aralarında bile konuştukları çok nadirdi. Onların apayrı bir dünyası vardı. Anlaşmak için sözcükleri kullanma gereği duymuyorlardı. Umutsuz değil aksine yaklaşmakta olan bir şeyleri bekleyen insanlar gibi umutlu görünüyorlardı. Memnundular, teslim olmuşlardı. Evet teslim. İşte onları böyle farklı kılan, anlaşılmaz yapan bu teslimiyetti. Bakışları, gözlerine bakan insanları bir sonuca ulaşmak için zorlamıyordu. Baştan ayağa bir sonuçtu onlar. Ne tuhaf, ne kadar manalı, simsiyah, kocaman, sulu gözleri vardı. Padişah bu iki adamın yüz hatlarını hatırlayabilir miydi?

Kendisine sorulsa adamların ten rengini bilebilir miydi? Zenci miydiler, beyaz mı, sıska mı, şişman mı?

***

Padişahın aklına hocasının ısrarla Mesnevi okumasını istediği geldi. Kütüphanesinden Mesnevi’yi aldı. Hocasının kendisi için işaretlediği yerlerden ilkini açtı. Mevlana şöyle diyordu: Küçük bir karınca kalemin kâğıt üstüne bir şeyler yazdığını gördü. Gitti, bu sırrı öbür karıncalara söyledi. “O kalem kâğıda şaşılacak şeyler yazdı. Fesleğen gibi, susam gibi, gül gibi acaib şeyler yaptı” dedi.

Karıncanın biri dedi ki: “O, sanatı yapan parmaklardır. Bu kalem iş görmekte esas değil fer’dir.” Üçüncü karınca; “İş ne parmaktan ne de kalemden geliyor” dedi. “İş asıl koldan geliyor. Çünkü zayıf parmaklar, onun zorlaması ile kalemi tutuyor ve yazdırıyor.” Bu görüşler, bu konuşmalar böylece uzadı gitti. Karıncaların beyine kadar ulaştı.

Karıncaların beyinin birazcık anlayışı vardı, zeki idi. Dedi ki: “Bu hüneri suretten, görünüşten bilmeyin. Çünkü uyuyan yahut ölen bir kişinin böyle şeylerden haberi bile yoktur.” Suret, görünüş elbiseye, asaya benzer. Cansızdır, akılsızdır, oynamaz, hareket etmez. Allah’ın lutfu ve ihsanı olmayınca, bu aklın bu gönlün cansız kalacaklarından karınca beyinin haberi yoktu. Allah bir an için olsun akıldan yardımını kesecek olsa, her şeye eren akıl, aptallıklar etmeye başlar.(10)

Kitabı kapattı. Yerine koydu. Aklına pervane geldi. Küçücük bedeni kömürleşmiş, mumun yanı başına düşmüştü. Mum da pervanenin haline üzülmüş, gözyaşlarıyla eriyip küçücük kalmıştı. Padişah; şimdi bu bir yok oluş mu yoksa asıl var oluş mudur? diye düşündü. ‘Aşk; sevgilide yok olmak, yoklukta varlığı bulmaktır.’ sonucuna vardı. Yüreğine erimiş, sıcacık olmuş bir damla daha düştü.  

Yatağına uzandı. Her zamanki gibi kim olduğunu düşündü. Yedi ceddinin ihtişamını, cihan imparatorluğunun kudretini… Adaleti, varlığı götürdüğü ülkelerin insanlarının minnettarlığını. Çok ince düşünen, insana kıymet veren bir neslin evladıydı. Henüz küçük bir şehzadeyken bunu fark etmişti.

Babasının Güvercinleri Besleme Vakfı, İhtiyarların Söküklerini Dikip Onların İhtiyaçlarını Giderme Vakfı, Bebeklere Süt Anne Bulma Vakfı gibi şeylerden bahsettiğini duyar, onca işin arasında bu kadar küçük ayrıntılara vakit ayıran bu heybetli adama hayran kalırdı. Peki, şimdi neden böyle boşluktaymış gibi bir his kaplıyordu içini. Oysa devraldığı düzeni gayet iyi idare ediyordu. Gündüzleri tamam da geceleri elbiselerini, tuğrasını, sarığını çıkarınca geriye ne kalıyordu.

İçinde güzellikleri yaratanı hissetti. Esma Sultan’ın kaşını gözünü, endamını yaratanı. Çiçekleri, kuşları, yeşili, maviyi yaratanı. Yüreği bambaşka çarptı. O zaten inanmış, bu uğurda seferler yapmış, savaşlar kazanmış bir kuldu. Bu duygular onun için yeni değildi ki. Belki de yeni olan aşktı. Yüce Yaratıcı’yı şimdiye kadar aşk boyutuyla düşünmemişti belki.   

Mevlana’nın yazdıklarını hatırladı, Esma Sultan’ın bilmecesini. Ve işte elbiselerimden sıyrıldığımda geriye ne kalıyor? Sorusunun cevabı ortadaydı: yüreği kalıyordu. Gönül aynasının hududu yoktu. Gönüllerini cilalamış olanlar renkten, kokudan kurtuluyordu. Her nefeste zahmetsizce bir güzellik görüyorlardı. Kaleme yazıyı yazdıran da kalpti, sonuna imzayı attıran da. Kalbe bunları yaptıran bir varlık vardı elbet.

Onları yazdıran tekti ama her yazı farklı farklı kalemlerin, farklı farklı yüreklerin ürünüydü. Yani her sevdanın şifresi kendi harflerinde saklıydı. Diline mısralar dolandı. Mırıldayarak uyuya kaldı.

Uyandığında gece aklına düşen mısraların kime ait olduğunu hatırlamaya çalıştı. Hafızasını zorladı. Böyle bir şiir okuduğunu hatırlamıyordu. Her sevdanın şifresi kendi harflerinde saklıdır. Çözmüştü, bu sefer Esma Sultanın sırrını çözmüştü. Bu şiir kendisine aitti. Fetihler yaptığında, zaferler kazandığında bile hissetmediği bir duygu kapladı içini. Bir zamanlar şeker kamışı olan şimdilerde özünden ayrı kalan kalemini eline aldı. İlk mısrayı yazmaya niyetlenirken ucunun köreldiğini fark etti. Hiç acımadan kesti başını. Sadece kalemin başını değil yüreğinin körelen kısmını da kesti, attı. Ve çekti ilk harfin ucunu birleştirdi be ile elifi. Kendi el yazısıyla şiirini yazdı. Sonuna adını ekledi. Her zamanki adrese gönderdi.

Padişah odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolanırken cevap geldi: Padişahım, Sultanım, Esma kulunuz aşk sırrına eren gönlünüze amadedir. Ferman sizindir Padişahım.

Elindeki kâğıdı katlarken kaşları hafifçe yukarı kalktı. Bu hareket geniş alnında gençliğine yakışmayacak çizgiler oluşturdu. Etrafındaki herkes gelen cevaba padişahın tepkisinin ne olacağını merak ediyordu. Çünkü en son yazılan namede ve gelen cevapta neler yazılı olduğunu kimse bilmiyordu. Padişah yavaşça arkasına yaslandı. Uzun zamandan beri tahtına böyle huzurlu, böyle mutlu kurulmamıştı.

Üç gün sonra gecenin kör karanlığında sarayın en güzel odasında padişah, Esma Sultan’ın önünde diz çökmüş, eli elinde, gözü gözünde şu mısraları mırıldanıyordu:

 

Beşerin sırrını yazar tek kalem

        Yazana aşk olsun bilene de meşk 

        Mürekkebi renksiz sayfası yoktur

        Görene aşk olsun gösterene meşk

        Zamansız mekânsız isimsiz şifre

        Çözene aşk olsun çözdürene meşk

Fatma Işık

www.Hepsi10Numara.com 

 

DİPNOTLAR

1- Surre: İçi para dolu kese, yani para kesesi demektir.

    Surre Alayı: Surre-i hümâyûn, Osmanlı padişahları tarafından Mekke ve Medine’ye gönderilen para ve hediyelere denir. Bu hediyelerin nakit olanları küçük keselere konulduğu için bu adı almıştır. ( İskender Pala, Müstesna Güzeller, İstanbul 1997, s.283-284)

2- Hatt-ı Reyhâni: Bir hat çeşididir. Hatt-ı Reyhâni’de gözü kapalı harf yoktur. Kur’an ve   dua yazmakta çok kullanılmıştır. İbni Bevvâb tarafından icat edildiği söylenir.

(Mehmet Eminoğlu, Osmanlı Vesikalarını Okumaya Giriş, Ankara 1992, s.85)

3-Kalemkâr: İnce nakkaş. Eskiden gelini süsleyen hanımlara verilen isim. Kalemkâr: Yüz yazıcı

4- Abdullah Özkan, Türk Şiiri Antolojisi, 2. cilt, İstanbul, s.361

     Fuzuli: 16. yüzyılda yaşamış bir aşk şairi. Aşk acısı çekmekten hiç şikâyet etmemiş. Beşeri aşkın İlahi aşka ulaştıran yolunda ilerlemiş. İlerlerken de bu yolu herkese göstermek istemiş. Mecnun’u Leyla’ya kul eden kaleme,  Leyla’yı aşka sultan eden yüreğe selamlar olsun bizden.   

5- İskender Pala, Müstesna Güzeller, İstanbul 1997, s.25

6- Abdullah Özkan, Türk Şiiri Antolojisi, 2. cilt, İstanbul, s.361

7-Beşir Ayvazoğlu, Aşk Estetiği, ötüken neşriyat, İstanbul, 1995, s.86

8- Abdullah Özkan, Türk Şiiri Antolojisi, 4. cilt, s. 790

9-Mustafa Demirci, Aşk Kâğıda Yazılınca, İstanbul 2004,Timaş Yayınları, s. 54

10-  İskender Pala, Ayine, İstanbul 2000, s.98 ( Mevlana, Mesnevi, c. 4 s. 654-655)

 

Bir önceki yazımız olan 10 Güzel Adam başlıklı makalemizde adem özbay, güzel adamlar ve iyi şiir yazanlar hakkında bilgiler verilmektedir.

Share

2 thoughts on “10 Dipnotla Kanuni Sultan Süleyman’ın Aşkı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir